5 Ocak 2008 Cumartesi

Az Gelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk ve Rüşvet

Yolsuzluğu genel olarak, bir çıkar karşılığı kamu yetkilerinin yasadışı kullanımı olarak tanımlayan yazar, çalışmasını üç ana bölümde sunmuştur.
Birinci bölümde yolsuzluğa teorik açıdan yaklaşmış, ikinci bölümde azgelişmiş ülkeler üzerine yoğunlaşmış, son bölümde ise yolsuzluğun etkileri ve alınabilecek tedbirlere yer vermiştir.
Yazar henüz çalışmasının başında, yolsuzluğun araştırılmasında karşılaşılabilecek güçlüklerden bahsetmiş ve yazılabileceklerin ancak açığa çıkmış yolsuzluklar olabileceğini itiraf etmiş, böylece daha baştan yapılacak çalışmaların yetersiz, sınırlı ve yüzeysel olacağını kabul etmiştir.
Yazara göre bir olayın yolsuzluk olarak tanımlanabilmesi için 3 temel ögeyi taşıması gerekmektedir. Bunlar ;
Yetki öğesi
Yetkinin yasadışı kullanımı ve
Çıkar öğesi‘ dir.
Bu bölümde dikkati çeken husus sağlanan çıkarın, yalnız maddi şeylerle sınırlanmasının doğru olmayacağı, manevi tatminin de bir çeşit çıkar olduğunun vurgulanmasıdır.
Binlerce şekilde tezahür edebilen yolsuzluk yazar tarafından ikiye ayrılmıştır. Yasaların yapımı sırasında ortaya çıkan “siyasal yolsuzluk” ve yasaların uygulanması esnasında ortaya çıkan “yönetsel yolsuzluk”.
Yönetsel yolsuzlukta “maddi çıkar içerikli yolsuzluk” ve “dayanışma içerikli yolsuzluk” söz konusudur. Maddi çıkar içerikli yolsuzlukta çıkar, rüşvet, haraç ve zimmet olabilir.
Dayanışma içerikli yolsuzluk ise, yakınları kayırma ve sözügeçen kişileri kayırma şeklinde olabilir.
Daha sonra yolsuzluğun en yaygın şekli olan rüşvet konusuna ağırlık veren araştırmacı, şu sonuçlara ulaşmıştır.:
- Kamu hizmetleri arzı, talebi karşılayamaz ise, bu kısıtlı hizmetlerden yararlanmak için yasal olmayan ödemelerin yapılması kaçınılmazdır.
- Kamu kuruluşunun satın alacağı malın niteliklerinin açıkça belli olması rüşveti azaltır.
- Yetkinin merkezi ya da yerel olması rüşvet ortamını etkiler.
Yazar kuramsal incelemesini bu şekilde sonuçlandırmış ve biraz daha özele inerek sözü az gelişmiş ülkelerde yolsuzluk konusuna getirmiştir. Yazarın bu konudaki tespitleri şu şekildedir:
Azgelişmiş ülkelerde bürokrasinin siyasal ve yönetsel açıdan önemli bir ağırlığı vardır. Bürokrasi dışı güçler zayıftır, bürokrasi üzerinde denetim etkisizliği vardır, toplumsal yapı akrabalık ve arkadaşlık ilişkileri, bu ülkelerde yolsuzluk için uygun ortam yaratırlar.
Yazar kitabın son bölümünde, bazı araştırmacıların yolsuzluğun olumlu etkilerinden sözettiğini belirtmiştir. Bu iddialar şöyle özetlenebilir :
1. Rüşvet ile bazı gruplar tatmin olmakta, böylece şiddet önlenmektedir.
2. Siyaset yapımı esnasındaki yolsuzluklarda bazı gruplar dolaylı olarak yönetime katılmakta, böylece mevcut düzene karşı gelmemektedirler.
3. Rüşvet aşırı kuralcılığı, bürokrasinin yavaşlatıcı etkisini yener, bürokrasiyi canlandırır.
4. Yatırımcılar belirsizliği sevmez, yolsuzluk ile bürokratik çevrenin davranışları yönlendirilebilir.
Ancak yazar savları tutarlı bulmamakta ve her birini örneklerle çürütmekte ve Sonuç itibariyle ”yasaların ve kuralların etkisini yitirdiği toplumlar çürümeye mahkumdur” demektedir.
Yasal yaptırımların ağırlaştırılması yolsuzluğu azaltabilecektir ama suçun açığa çıkarılması olasılığını arttırmak için alınacak önlemlerle daha caydırıcı olabilir.
- Bürokrasinin etki alanının daraltılması ve hizmette rekabetin getirilmesi önem kazanmaktadır.
- Kamu işlemlerinin basitleştirilmesi ve hızlandırılması, standartlar konması yolsuzluk olasılığını azaltır.
- Yolsuzluğa karşı kamuoyu oluşturulmalıdır.
- Rüşvete karşı geliştirilen denetim mekanizmaları basın, kamuoyu, siyasi partiler, yasama-yürütme ve yargı kurumlarının denetimleridir. Bürokrasinin kendi içinde de denetim mekanizması vardır. Ancak asıl olarak bürokrasidışı denetimlerin etkinliği rüşvet olasılığını azaltmaktadır.

Ay Vadisi

Jack London Ay vadisi adlı romanında Oakland grevlerini anlatır. Grevciler ile grev kırıcılarının sokakları kana bulayan savaşı psikolojik bir açıdan derinlemesine anlatır. Daha iyi bir hayat için verilen bu mücadelede bir kesimin mutluluğu ataları gibi kır hayatında aramalarını ele alır.
Romanımız Mary ve Saxonne adlı iki kızın, çamaşırhanede ütü işinde çalışırken başlar. Mary ve Saxonne Oakland’da ikamet etmektedir. Saxonne bir göçmen kızıdır. Annesi babası vefat etmiş, yoksulluktan dolayı evlatlığa verilmiş. Daha sonra kimsesizler yurdunda 16 yaşına kadar kalmış. Müteakiben abisinin maddi durumu çok kötüdür. Saxonne ise ütücülükten aldığı parayı kendine harcamaktadır.
Bir gün Mary ve Saxonne duvarcıların düzenlendiği bir eğlenceye katılırlar. Amaçları burada öğle yemeğini bedavaya getirmek ve bol bol dans etmek için iki erkek arkadaş edinmektir. Eğlenceye Bert ve arkadaşı Billy Roberts de katılacaktır. Billy Roberts amatör bir boksördür, geçimini arabacılık yaparak sağlamaktadır. Atları çok sever ve zamanın en iyi at arabalarını sürmektedir. Çalıştığı iş yerinde patronun gözdesidir ve en iyi parayı o kazanır. Bütün kızlar Billy Robertle arkadaşlık kurup yaklaşmak istemektedir. Dans partisine Bert ile gelen Billy Mary’nin de aracılığı ile Saxonne’yle tanışmıştır Saxonne ile dans etmiş ve kızı çok beğenmiş, Saxone de Billy i beğenmiştir.
Saxonne ve Billy Roberts birbirilerinden hoşlanmalarına müteakip arkadaşlıklarını ilerletmişler ve evlenmeye karar vermişlerdir. Evlilik hazırlıklarına başlamışlar ve önce dört odalı ev tutmuşlar. Bu evin malzemelerini borçlanarak tamamlamışlardır. Ev ve malzeme alımında her şeyin kalitelisini almaya karar verdiler. Zira Billy kendisine güvenmektedir ve evin kapısından kaliteli olmayan hiçbir şey girmeyecek ve Billy bunların parasını ödeyebilecek gücü kendisinde hissetmektedir. Saxonne’de çalışmayacaktır. Evlerini kurmuş ve mutlu bir hayat yaşamaktadırlar. Saxonne Billy’i çok sevmektedir. Billy soğuk kanlı, kendini çok iyi kontrol edebilen saygılı ve yakışıklı birisidir. Ayrıca Billy diğer arkadaşları gibi çok içki içmemektedir. Billy’de Saxonne’yi çok sevmektedir. Saxonne ağır başlı ve akıllı birisidir. Etrafdaki herkesle iyi diyalog kurabilen etrafa kendisini sevdiren güzel bir kızdır. Ev işlerinide iyi bilen birisidir.
Belli bir süre sonra Saxonna hamiledir. Bir ev kadını olarak gurur verici bir durumdur. Yengesinin üç çocuğu vardır, her biri ayrı bir sorundur. Çünkü, abisi Tom çalışmamaktadır, geçim sıkıntısı yaşamaktadır. Bu geçim sıkıntısı içerisinde bir de çoçuk sıkıntıyı arttırmakta ve hayatı yaşanılmaz hele sokmaktadır. Ancak Saxonne yengesinin bu görüşlerine katılmamakta ve Bill’in bir şekilde kendilerini mağdur etmeyeceğine inanmakta ve gönlünü rahat tutmaktadır.
Saxonne’nin komşusu da yengesinin görüşlerine katılmakta ve Saxonneye erkeklerin vefasız olduğu, çocuk olduktan sonra değerinin Billy’ nin gözünde düşeceğini ifade etmektedir. Saxonneye erkekleri elde tutmanın yollarını öğretmektedir.
Belirli bir zaman sonra Oaklan’da grevler başlamıştır. Çünkü sendikacılar ile patronlar arasında anlaşmazlık olmuştur. Fabrikalar işci çıkarmaya ve grevcilerin yerine “Sarı” diye hitap edilen sendikasız işciler alıp çalıştırmaktadır. Bu durum sendikalı işciler ile patronların yanında olan sarıların arasını açmış ve sokak kavgaları başlamıştır. Oakland bir harp meydanı gibidir. Gün geçmez ki; kavgalardan birinde bir sendikalı işci bir sarıyı bir polis bir sendikalıyı öldürmesin. Öldüren mahkemeye düşmesin. Hapishaneler ve hastaneler ağzına kadar dolmuştur. Bert Saxonne nin evinin bulunduğu sokakta kavgada öldürülmüş ve Bert’i kurtarmaya çalışan Saxonne çocuğunu düşürmüştür.
Bu kötü gidiş Billy’i de etkilemiş içki içmeyi fazlalaştırmıştır. Artık Saxonne ile eskisi kadar ilgilenmemeye başlamış, sendikadaki toplantılara katılmaktadır. Billy de para sıkınıtısı çekmektedir. Açlık Billy ve Saxonneyi çok yıptratmıştır. Billy’ nin durumu kurtarmak için katıldığı bir kaç boks maçıda olumsuz sonuçlanmıştır. Billy formunu kaybetmiş ve maçlarda sağlam hırpalanmıştır. Ayrıca evinin bir odasını kiraya verdiği adamı da dövmüştür. Adamın şikayeti üzerine tutuklanmış ve 1 ay hapse mahkum edilmiştir.
Saxonne Billy’ nin mahkumiyeti süresince düşünmüş ve bu kötü gidişe dur demek gerektiğine kara vermiştir. Bu kararı Oakland’dan ayrılmak ve çiftlik kurmak olmuştur. Çünkü: çok iyi başlayan evlilik hayatında aldığı bütün malzemeleri parasızlıktan kaybetmiş ve bir tek Billy kalmıştı onu da seviyor ve kaybetmek istemiyordu.
Billy hapishaneden çıkınca bu düşüncesini eşine aktarmış ve onu ikna etmiştir. Billy ile Oakland’ı terk etmeden önce sinemaya giderler. Orada bir çiftlik ve vadi görmüşler ve çiftlik benzeri bir yerin arayışına girmişlerdir.
Kararlıydılar çünkü; kaybedecek hiç bir şeyleri yoktu ve zamanları boldu. Ufak tefek gerekli malzemeleri yüklendiler ve yola koyuldular. Yolda tarımcılarla konuşup tanışmışlar ve tarımcılığı öğrenmişlerdir. Burada tanıştığı çiftlik sahibine, aradığı özellikte bir tarım arazisini sormuşlar. O da o özellikle bir araziyi ancak “ayda” bulabilaceğini ve ismini de “Ay vadisi” olacağını söylemiştir. Fakat kararlı idiler ve bulacaklardı.
Sıkıntılı yolculuktan sonra “Sonoma vadisine” gelmişlerdi. Vadi tam istediği ve rüyalarındaki özelliğe uygundu. Sonradan da öğrendiklerine göre Sonoma vadisi kızılderili lisanında ay vadisi demekti. Sonuç olarak aradığını bulan Saxonne ve Billy hayatlarını düzene sokmuşlar ve çok zengin olmuşlardır.

Avrupa Yeni Yapılanırken TÜRKİYE

AB hukuki ve siyasi açıdan Monolitik bir yapı değil, daha ziyade “Üç Ayak” üzerinde duran politik bir çatı görünümündedir. AB’yi şekillendiren Maastricht anlaşması, Avrupa Topluluğu’nu,Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nı ve Adalet, İç İşleri Alanlarındaki iş birliğini birleştirmektedir. Bu arada, Avrupa Topluluğu’nun da üç ayrı anlaşmadan meydana gelen bir kurum olduğunu unutmamak gerekir. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AURATOM), dolayısıyla kamu oyunda kısaca AB ile ifade edilen kurum, aslında hukuk ve siyasi açıdan çok karmaşık ilişkilere dayanan bir yapıdır. Önümüzdeki 10 ile 20 yıl içinde üye sayısının iki katına çıkma ihtimali karşısında, AB’nin başta 6 ülke için öngörülen kurumsal çerçevesini ve karar mekanizmalarını köklü biçimde gözden geçirme ve değiştirme gerekliliğini beraberinde getirmektedir. Aksi takdirde, AB bugün 15 üye ülke ile olduğundan çok daha hantal bir yapı haline gelme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca, genişleme esnasında , topluluğun ekonomik alanındaki bütünleşme sürecinde ortaya çıkması beklenen sorunlara da şimdiden önlemler almak gerekecektir. Bu gün bile 15 üye ülkenin ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılayacak politikalar üretmek ve uygulamak hiç de kolay değildir. Örneğin, AB Ülkelerinde, çevre, sağlık vs. gibi konulardaki “Farklı alışkanlıklar ve davranış kalıpları, malların serbest dolaşımında herkesin uyduğu ortak kuralların uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Artan üye sayısı ile birlikte, ülkeler arasında var olan bu farklılıklar artacak ve karar mekanizmalarının tıkanması ihtimali yükselecektir.”
Bu bağlamda ele alındığı Hak’ın Maastricht anlaşması’nın dar anlamındaki revizyonunu aşan bir görevi vardır. Hak’ın amacı, AB’nin kurum ve prosedürlerini daha şeffaf ve daha demokratik bir hale getirmek ve böylece AB karar ve eylemlerini kamoyu için daha iyi anlaşılabilir kılmaktadır. Geniş katılımlı bir AB’nin politik kararları, üye ülkeler tarafından da benimsenmelidir. Avrupa Birliğinin Avusturya, İsveç ve Fillandiya’yı da içine alacak şekilde genişlemesi, kurumsallaşma ve karar mekanizmaları açısından AB’yi ciddi olarak etkilememekle birlikte, dış politika ve güvenlik politakası alanlarında ikinci ayaktaki performansını önemli ölçüde etkilemiştir. 1989’daki tarihi dönüm noktasından sonra Doğu’ya doğru genişleme, Avrupa bütünleşmesinin gerçek sınavı olacaktır. Bu anlamda, belirli aktör ve faktör gruplarını unutmamak gerekir. Her şeyden önce, Orta ve Doğu Avrupa’nın reformcu devletlerini bütünleştirmek, AB’nin yeni üyelerinin çıkarınadır. Genellikle yeni üyeler, henüz üye oldukları kulübün daha fazla genişlemesi konusunda pek istekli davranmazlar. Ancak. Avusturya ve söz konusu iki İskandinav Ülkesi, aktif bir Doğu’ya genişleme politikası izleyeceklerdir.
Önümüzdeki reform aşamaları için geçmişten gelen üç temel yetersizlikle baş etmek gerekecektir. Her şeyden önce Avrupa Bütünleşme Sürecinde meşruiyetin sürekli sağlanması gerekmektedir. Avrupa kurumları, yeterince etkin olarak işlememektedir. Yönetim birimlerinin büyüklükleri, prosedürlerin karmaşıklığı ve birliğin yetkilerinin dağılımı ile ele alınış biçimlerine dayanan tartışmalar, kamuoyunda gitgide “Kötü Yönetim” olarak görülecektir. Ayrıca Bütünleşme Süreci, federal dengedeki gerçek ve beklentisel rahatsızlıklardan, başka bir deyişle, merkez kaç ve merkezcil kuvvetler arasındaki denge ile büyük ve güçlü üyelerle küçük ve zayıf üyeler arasındaki dengeden ciddi olarak etkilenmektedir. 1989 – 1990’dan sonraki köklü değişiklikler, Almanya’daki hızlı birleşme süreci, Avrupa’nın soğuk savaş sonrasında artan sorumluluklarına uygun bir tutum izlemesi gerektiği yönünde ABD’den gelen talep ve birliğin 1990’lı yılların başında yaşadığı bütünleşme girişimi,1970 yılından beri,çoğunluğun dikkatini çekmeden, uluslararası siyaset alanında hükümetler arasında ortak bir çalışma gerçekleştirilebilmesi için yegâne sistem haline dönüşen Avrupa politik işbirliği’ndeki köklü bir reform yapılmasına neden olmuştur.1990-1991 yılında siyasal birlik için toplanan hükümetler arası konferans, Avrupa Birliği’nin ikinci ayağını oluşturan ortak dış politika ve güvenlik politikasının (ODGP) oluşturulmasını sağlamıştır. Fikir üretme grubu çalışmaları, AB üye devletlerinin raporları ve devlet temsilcilerinin yapmış olduğu açıklamalar,ortaya iki temel düşünce akımı çıkarmıştır. ODGP ye dair teşhislerin farklılığı dolayısıyla, değişik reform önlemleri önerilmektedir.
Bazı kesimler, bu iddialı hedeflere ulaşabilmesi için mevcut araçların yetersizliğini öne sürerek, yapısal bir problem olduğunu öne sürmekte; diğerleri ise, ODGP’nın yetersiz kalma nedeninin üye devletlerdeki siyasi irade eksikliğinden ve söz konusu devletlerin yeterli hareketliliği göstermemesinden kaynaklandığını belirtmektedirler. Hükümetler arası konferans’ın ağırlık vereceği hususlardan bir diğeri de, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği’nin geliştirilmesidir. Şu anda üzerinde en çok tartışılan konu, BAB’ın geleceği ve iki birlik arasındaki ilişkidir. Üye devletler 1990 - 1991 yılında AB’ye savunma alanında bir sorumluluk verilmesi konusunda fikir birliğine varamamış olduklarından, Batı Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın bütünleşme sürecinde ayrı bir önem verilmiştir. Böylelikle BAB, hem Avrupa Birliği’nin savunma ayağını, hem de NATO’nun Avrupa kanadını oluşturmuştur. Türkiye, Akdeniz ülkeleri ile ilişkilerini artırarak, bu bölgede istikrarın gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Önümüzdeki dönem Avrupa Kurum ve Mekanizmalarının Akdeniz Ülkelerine taşınmasının önem kazanacağını düşündüğümüzde, Avrupa Kurum ve Mekanizmalarının oldukça geliştiği Türkiye’nin bu süreçte kilit bir rol oynaması ihtimali vardır.
Akdeniz Bölgesindeki Ülkelerle ilişkilerini artıran Türkiye’nin bu bölgenin ve dolayısıyla Avrupa’nın istikrarı açısından önemli bir işlevi bulunmaktadır. Önümüzdeki dönem Orta Doğu Barış Sürecinin ilerlemesi ile birlikte Batı Akdeniz Ülkeleri ile Doğu Akdeniz Ülkeleri arasında ilişkilerin artma potansiyeli ve Orta Doğu bölgesinin Avrupa Birliği’nin dinamiğinden daha fazla etkilenme olasılığı ortaya çıkmaktadır. Türkiye bu bölgedeki gelişmeleri dikkatle izlemeli ve İsrail, Ürdün ve Filistin arasındaki gelişen ilişkilerin içine girmeli ve zamanla bu ilişkilerin Mısır ve diğer Orta Doğu Ülkelerini de kapsayacak şekilde genişlemesine yardımcı olmalıdır.
Sonuç olarak; Türkiye Avrupa’nın “İçinde miyiz-Dışında mıyız” tartışmaları yerine, gümrük birliği ilişkisini kısaca belirttiğimiz başka ilişkilerle zenginleştirmeli ve derinleştirmelidir. Esnek entegrasyon projeleri Avrupa Birliği’nin genişlemesini olanaklı hale getirmeleri nedeni ile günümüz ortamında önem kazanmaktadırlar. Türkiye, Avrupa’nın genişlemesini ve Avrupa Birliğinin Bütün Avrupa’nın Kurumu haline gelmesini savunanların yanında yerini almalıdır. Ancak, bu projelerin Avrupa’da 1 nci ve 2 nci sınıf ülkeler yaratma tehlikesi de vardır. Bu projelerin bu tehlikesiyle mücadele etmek ve mücadele edenlerle de birlikte olmak gerekmektedir. Daha 1991’de İttifak’ın yeni strateji konsept’inde yer alan maddelere göre üye devletler, Güney’deki bir istikrarsızlıktan kaynaklanıp güvenliklerine yönelebilecek tehdit, risk ve zorluklarla baş edebilme konusunu dile getirmişlerdir.
Terörizm, silahlanma, dini radikalizm ve halkların kitlesel çapta göç etme ihtimali gibi konulara dikkat çekilmişti. İttifak, Akdeniz girişiminin bir parçası olarak, kendisine NATO üyesi olmayan 6 Akdeniz ülkesi ile diyaloğu başlatmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Bosna’daki kriz yönetme harekatında aktif olarak yer almıştır. Ankara’daki yetkililer, İttifak’ın Güney ve Doğu Akdenizdeki Güvenlik ve İstikrar konularına gösterdiği ilgiyi büyük bir ihtimalle olumlu görmektedirler. İttifak’ın tek İslami üyesi olarak Türkiye, Akdeniz’deki diğer islam devletlerine bir örnek yada model olarak belki de çok değerli bir rol oynar.
“AB” Avrupa Birliği
“”AET” Avrupa Ekonomik Topluluğu
“akçt” Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu
“AURATOM” Avupa Atom Enerjisi Topluluğu
“ODGP” Ortak Dış Politika ve Güvenlik Polutikası
“BAB” Batı Avrupa Birliği

Atilla’dan Timur’a Avrupa ve Asya

ATİLA’DAN TİMUR’A AVRUPA VE ASYA
Bu kitap Emmanuel Berl’in Avrupa tarihi isimli üç ciltlik kitabın Türk okuru için en ilgi çekici bölümü olan birinci cildidir. Kitap bir tarihçi gözüyle masal tadında yazılmıştır.Ancak Alman işgali günlerinde yazılan kitabın eksikleri,yazarın bulunduğu köyde hiçbir kaynak olmayışı ve araştırma imkanı bulamayışından kaynaklanmaktadır.Buna rağmen kitap Avrupa ve Asya tarihinin bütünüyle kavranmasına büyük fayda sağlamaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
ROMA’NIN SONU ROMANIN ÇÖKÜŞÜ
Roma’nın çöküşü tarihin sıradan olaylarından biridir.Avrupa Roma’yı kendi temellerinden saydığı için Romanın yıkılışı “kıyamet” gibi karşılamış ve çeşitli sebepler göstermiştir. Ama imparatorluğun çöküşü iç sosyal yapıdan çok dış dünyadaki gelişmelerin sonucudur. Avrupa’ya hayat veren de Roma değil Roma’nın yıkılışıdır.
Asya bin yıl gibi çok uzun bir süre bir çok imparatorluğa analık etmiştir. Bunlardan sonuncusu Ahemeni devleti, İskender’in saldırısı ile zaten devletin ne kadar eskimiş, çürümüş olduğunu gösterecekti. Asya’nın çöküşü İran medeniyetinin ve romanın büyümesini alevlendirmiştir. Ama bu çöküş gerçek anlamda bir çöküş değildi. Partlar ve onları destekleyen yunan aristokratları sayesinde Asya eski gücüne kavuştu. Bu sebeple Roma’nın büyüme arzusu başlamadan sona erdi. Aynı zamanda İran’ın gelişmesi Roma’nın gerilemesi, İran’ın gerilemesi de Roma’nın ilerlemesi anlamına gelmekteydi.
Roma, Asya’dan gelen lüksün Ege kökenli felsefelerin ve doğu tanrılarının işgalindeydi. Bu durum Roma devlet adamlarının başarılarını sonuçsuz bırakıyordu. Roma’da tüm sistem çok tanrılı dinlere dayanıyordu. Asya’da evrensel olarak kabul edilen tek tanrılı din inancı hakimdi ve tek tanrılı dinlerin unsurları Roma halkını cezp ediyordu. Roma yönetimi bu durumda baskıcı bir idare şekli ortaya koymaya başladı. Bu nedenle Hıristiyanlık iyice yayıldı. Mısır’da Roma’nın bakısından ötürü Hıristiyanlığı tercih etti.
Barbarların istilası devletin çöküşünü hızlandıran sebeplerdendir çünkü çeşitli akımların çıkmasına sebep oldu. ( Ariusçuluk gibi ) Romania efsanesinin felaketle sona ermiş nice girişimleri olduğu gibi Bizans imparatorluğu gibi bir sonucu da ortaya çıkarmıştır. İustinianos, tarihin bölündüğünü ilan ettiği bir dünyayı güç kullanarak birleştirmek istemiştir. Bizans imparatorunun kendisini sonu belirsiz bir maceraya sürüklediğini anlayan halk ayaklandı. Fakat onun iktidarını güçlendiren bir takım sebepler ( Teodora ile evlenmesi gibi ) Feodolitenin doğmasına sebep oldu. İustinianos’tan sonraki 50 yıl Bizans’ın karanlık dönemi oldu. Hüsrev’in İranı o dönemde Asya’nın egemenliğini elinde bulunduracak kadar güçlüydü. Aynı dönemde Çin kötü günlerini yaşıyordu Göktürk hakanı Mukan kağan gibi güçlü şefin liderliğinde birleştiler.
Mukan Kağan 1 nci Hüsreve batı Asya’yı paylaşmayı teklif etti.bu paylaşmadan sonra Sasanilerin İran’ı o dönemin en gözde kültür merkezi oldu. İran’ın katışıksız din zaafını kullanmak isteyen Mukan Kağan Bizans’a İran’ı paylaşmayı teklif etti Bizans bu teklifi kabul etmedi. Bu büyük bir hataydı. Mukan Kağan’ın ölümü ile bu hata geçiştirilmiş oldu. Ama bu kez İran Bizans’a saldırıp önemli kesimini ele geçirdi. O dönemde Mısır valisi olan Hreklius imparatorluğu kurtardı. Ama Bizans kötü yönetimler ve Slav kuşatması yüzünden zayıf düştü.
Hz. Muhammed’in tebliğleri ile yayılmaya başlayan İslam Hz. Ebu Bekir’in hilafeti ile pekişti. Hz Ebu Bekir zamanında Irak ve Suriye’nin fethine girişildi Hz. Ömer’in hilafeti ile İran İslam egemenliğine girdi. 643’te Kudüs’e girildi.
İslam’ın bu kadar hızlı büyümesinin ana nedenlerinden bir kaçı, insanlara yaşama biçimlerini ve geleceklerini seçme hakkını kendilerine bırakması ve bazı ulvi değerler ( Şehitlik mertebesi gibi ) olarak gösterilebilir.
Fethedilen yerlerden en ilginci Mısır oldu. Çünkü Helenizm’in izleri orada çok derindi. Ama onca filozof orada yaşamış, yüz yıllar boyu Helen kültürünün hakimiyeti yokmuş, İskender oradan geçmemiş gibi çok sıra sürede İslam Mısırda kök salıp büyüdü.
İslam’ın bu şaşalı döneminde İslam’a yönelik saldırılar genel anlamda içeriden olmuştur. ( Kerbela vakası gibi ) Hz. Ali’nin şehit edilen oğulları Hasan ve Hüseyin’e İran sahip çıkmış fakat diğer halifelere zorba gözü ile bakmışlardır. İspanya ve Mısır’ı fetheden Müslümanların Bizanslılara karşı yürüttüğü savaş hiç kuşkusuz insanlık tarihinin hükmederek alınyazısını belirlemiş en önemli olaylardan biridir. Çünkü Avrupa belki de şu anda Müslüman olacaktı.
750 yılında Abbasiler Emevilerin saltanatına son verdi. Abbasiler kültür alanında İran’ı, inanç alanında Arabistan’ı örnek aldılar. Askeri alanda ise Türklerin gücüne baş vurdular. İslam’ın çok büyük topraklara yayılması doğuda ve batıda iki halifelik meydana getirmişti.
İKİNCİ BÖLÜM
KARALOLENJLERİN İMPARATORLUK DENEMESİ VE BAŞARISIZLIK
O dönemin Avrupasında ötekilere nazaran Frank Krallığı daha güçlü idi. Ama Fransa o dönemde yoksul çiftçiler ülkesi idi. Saray entrika kaynıyordu. Ticaret iflas etmiş durumdaydı. Bu durum toprak sahiplerini güldürüyordu. Toprak sahipleri doğal olarak ülkeye sahip oldular. Bu nedenle Karolenj imparatorluğu en parlak döneminde bile bugünkü anlamda yada eski Roma çağındaki anlamda imparatorluk olamadı. Ancak aradan bin yıl geçmesine rağmen Karolenjlerin etkileri devam etmektedir. Bugün bile Charlamange egemenliğinde yaşamış ülkelerle bu sınırın dışındaki ülkeleri ayırabiliriz.
Bu dönemdeki Avrupa kendini tanımıyordu. Kendi köklerini soy ağacını aramaya başladı. Ancak X.yy’ da bulabildi. Avrupa uyanışında sırf Bizans ı göstermek yeterli değildi. Aynı zamanda Makedonyalı hükümdarlar Bulgarları yenerek Batı Roma imparatorluğu kurulmasına olanak sağlamışlardır. İslam,siyasi anlamda Türklerin ve Berberilerin egemenliğine girmek üzereydi.
O çağda yönetim biçimi feodalite ile açıklanabilirdi. Köksüz,birbirine benzemez girişim şeklinde görünüyordu. Ama yinede belli bir süre sonra feodaliteye biçim verdiler.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUTSAL ROMA – GERMEN İMPARATORLUĞU YÜKSELME VE ÇÖKÜŞ
Kuşçu Heinrich dağınık Alman topluluklarını topladı,halkı kentlileştirdi. 933’te Macarlara savaşacak kadar güçlendi. Otto ailesiyle ülkeyi sistemli bir şekilde yönetti, Frenkon döneminde devlet güçlüydü ama klise aksine kan kaybetmiş durumdaydı. III ncü Gregorius ise kiliseyi yeniden yapılandırdığı gibi batıyı da kurtardı. Haçlı seferlerinin fikir olarak gelişim başlangıcı bu tarihe rastlar.
Fransa da aziz Louis döneminde Fransa kan gölüne dönmüştü. Aziz Louis hem devlet yönetiminde hem de klise açısından büyük bir birleştirici unsurdur. Onun sayesinde haçlı seferleri samimiyetle sürdürüldü. Ama o hiçbir haçlı savaşını kazanamamıştır, buna rağmen onun döneminden sonra hiçbir batılı hükümdar Hıristiyan dayanışmasına samimiyetle değer vermeyecektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HAÇLI SEFERLERİ
Kutsal imparatorluğun ve Gregoryan papalığının kuruluşu gibi ilk haçlı seferide hem siyasi hem de mistik bir macera olmuştur. Roma kilisesi önceleri haçlı seferleri için coşkusuna şaşırdı ama daha sonra kaybettiği itibarını geri alabilmek için bu coşkuyu kullanmaya karar verdi. Kilise bunun için önce hapistekileri ve sapkınları kullandı. Çok büyük halk kitleleri bu seferler katıldı. Seferler esnasında geçtikleri her yeri talan eden haçlılar,Konstantinapolise gelince orayı da yağmaladılar. Bizans aslında Peçeneklere karşı bu haçlı zihniyetinden faydalanmak istemiştir,ama bu durum ötekinden daha vahimdi. İmparator daha ilk savaşlarında çok büyük kayıplar verdi. Bu durum aslında bundan sonraki bundan sonraki olacak haçlı seferlerin niteliğini de göstermekteydi.
XI yy Avrupası uyanmak istiyordu,bunu özellikle üzerindeki ”Kilise” prangasını kırarak yapmak istiyordu. Yine bu dönemde Bizans zor günler yaşıyordu. Normanların tehlikesi, Çakabey ve Peçenekler epey yıpratmıştı. Bizans zor günlerinde mali gücü kültürel itibarı ve geleneksel siyasi becerisi ile ayaktaydı. İslamın o dönemdeki durumu ise fazla iç açıcı sayılmazdı.Doğuda Abbasi halifeliği yavaş, yavaş Türk egemenliğine giriyordu. Aynen Bizans gibi dışardan saldırgan göçebe halklarının, içerden anarşi ve sapkınlıklar kemiriyordu. Kültürel zenginliği ve çekiciliği arttığı için ayaktaydı.
X yy’ da 5 yy sürecek med dalgaları başladı. Gazneli Mahmut İran ı ve Hindistan ı fethetmişti ve büyük bir imparatorluk kurmuş Türk militanizmini uyandırmıştı. II nci Haçlı seferi Nurettin Bin Zengi’nin Halep i ve Şam ı almasıyla sonuçlandı. Yalnız bu seferde Avrupa anladı ki Bizansın yardımı olmadan Haçlı seferlerinin hiç biri düzenlenmeyecekti.
1204’ de Haçlılar korkunç bir sapmayla nicelik değiştirdi. Aleksiyos Kommenos Haçlılara,Bizans kilisesini Roma kilisesine bağlama vaadiyle,tahta geçebilmek için çağırdı. Verdiği sözde durmayınca ve öldürülünce Konstantinapolis yağmalandı,talan edildi.
XII yy sonu ve XIII yy başlangıcı hilal ile haç yakınlaşmasına sahne olacaktı. Franklar yenemeyeceklerini anladıkları İslam’ın çekiciliğine de kapılmışlardı. Bu dönemdeki dostluk İslam’ın matematik ve astronomide ve mimaride büyük ilerlemelerine sebep olmuş İbn-i Sina’lar El Cid’ ler bu devirde yetişmişti. Bu dostluk Selahaddini Eyyubilerin,Flip Ogüs’ lerin kral Richard’ların dönemine rastlar.
Cengizhan başlangıçta Türk-Moğol kabilelerini bir araya getirdi ve o muhteşem ordu kurgusunu gerçekleştirdi. Moğollarda ordu savaşmakta olan ulustu. Cengizhan önce Karahitayları yenerek doğu Türkistanı imparatorluğuna kattı. İran ı ve Şah Muhammedi yendi. Ermenistan, Çeçenistan, Gürcistan feth edilddi. Artık Konstantinapoliste korkmaya başlamıştı. Geleceğin Osmanlı Hanedanının atasıda Maveraünnehirde Cengiz kasırgasından kaçarak Delhi sultanına sığındı. Cengiz yerleşik düzene tahammülü olamadığı için her yeri talan ediyordu. Moğol fırtınası Hıristiyan-İslam dünyası arasındaki ilişkileri alt üst etti. Hıristiyan dünyasının 50 yıl süren İslam Moğol savaşlarından hiç istifade edemediğini belirtmekte fayda var.
Cengiz ölünce dört oğlu ülkeyi paylaştı,en küçükleri Ögedey Han imparatorlu- ğun büyük varisiydi. Önce savaşını sürdürdü,Kuzey Çin in fethini tamamladı. Rusya,Lehistan fethedildi. Lehistan ve Almanya dehşet içindeydi,çünkü maksatları sömürge değil alabildiğine insansız bölge yaratmaktı. Sadece Macarlar ayakta kalabildi. Çünkü onlar Türk – Moğol soyundandırlar. Moğol istilası geleceğin Rusya sının da hazırlayışı olmuştur.
BEŞİNCİ BÖLÜM
AVRUPANIN ACILARI
Kilise hiyerarşisi bozulmuştu ve zayıflamıştı. Avrupa’da bu dönemde içler acısı durumu izah ederken ümitsizliğin hat safhada olduğu bunun için kralların bile büyüden medet umduğu görülüyordu. Jean Darc’ın büyüklüğünü bile görememişlerdi. Bu sebeple haçlı seferi düşüncesi bile abesti. Ama hükümdarlar bu rüyayı görüyordu. Çökmekte olan ortaçağ Avrupa’sını birkaç kelimeyle anlata biliriz : Cesetlerle dolu kentler, Avrupa’yı insansız bırakan veba salgınları, kan, duman ve çürümüş ceset kokusu,
Latinleri Konstantinapolis’ten kovmayı başaran Bizans ne yazık ki yüz ölçümü kadar devlet hazinesi kadar devlet hazinesi de küçülmüştür. Ama büyük kent hiç olmazsa kültür alanında itibarını kazandı. Kent çatışmalar kentiydi.
İmparatorluğun yazgısı XIV. yüzyılda belli oldu.Türklere yenik düşeceği apaçık ortadaydı. Bizansın düşmanlarına karşı her zaman iki avantajı vardı. Siyasetin tutarlı ve sürekliliği, ikincisi düşmanın kendi düşmanıyla sorunları. Bu avantajlar yüzünden her seferinde kurtulmayı başarmıştı.
Erzurum yaylalarında 400 aileden ibaret olan Osmanlılar Moğol istilası sırasında Horasan’dan kaçmış savaşçılardı. Ertuğrul bey bu küçük askeri birliğini Konya sultanına sundu bunun karşılığında Bizans sınırına yakı bir yer gösterildi. Diğer beyler birbirlerini yutmaya çalışırken onlar İznik’i, Bursa’yı istiyordu Bursa ve İznik fethedildikten sonra önleri açılmıştı. Türk siyasetinin kuralları belli olmuştu. Osmanlılar asker liderlerdi. Turan’ın yenilmezliğini koruyorlardı ve aynı zamanda çok sofu Müslümanlardı. Ama dini açıdan inanılmaz hoş görülü idiler. Ama Osmanlının amacı Konstantinapolisi almak değil fetihlere devam etmekti. Murat hana karşı haçlı seferi düzenleyen V. Urban batılı birliklerinin gelmesini beklemeden saldırdı ve yenildi. Bizans toprakları artık geniş Osmanlı topraklarının ortasında bir ada gibiydi 1389’daki silahlarla olan savaşta Murat han savaşı yine kazandı. Bu savaşta Murat han ölmüştü. 1396’da haçlılar tekrar Osmanlıya bu geç kalınmış uyanışta Avrupa’lılar Niğbolu’da yine kaybettiler.
6 NCI BÖLÜM
ASYANIN ZAFERİ
Timur ve Hüseyin Maveraünnehir’in büyük bölümünü geri aldı ve buraya emir oldu. Timur esnek siyasetli bir kişiydi. Alimlere ve derebeylere karşı cömertti komutanları ödüllendirirdi. Timur’a kadar Maveraünnehir halkı Türklere karşı hiç zafer kazanamamıştı. 1370-76’a kadar Türkmenistan’a seferler düzenledi Timur. Timur’un inanılmaz zaferleri batılıların hayal gücünü zorluyordu. Önce İran’ı fethetti. 1382’deki Moskova’yı Azerbeycan’ı işgal etti. Yaptığı her savaş veya savaşı yarıda kesmesi tarihe doğrudan etki ediyordu. Altınordu moğollarını kovaladı ve volga nehri kıyısında savaşı sona erdirdi. 1397’de Hint ülkelerini feth etmek için yola çıktı bu sefer sonunda Babür imparatorluğu kuruldu. Timur Hint seferindeyken çıkan ayaklanmada asibaşı Timur’un geldiğini öğrendi ve Beyazıd’a sığındı. 1402’de Ankara savaşı oldu Beyazıd yenildi.
Timur’un ölümü ile Hıristiyan batının zaafı ortaya çıkmıştı. Avrupa’nın kaderi Avrupa’nın dışında ve Avrupalı olmayan iki güç tarafından tayin edilmişti. Hıristiyanlık seçim hakkına dahi sahip olamamıştı artık haçlılar yoktu. Batı kimin gerçek kimin sahte papa olduğunu tartışıyordu. İslam’a gelince Timur’un yaptığı büyük kıyımlar İslam dünyasını şaşkınlık içinde bırakmıştı. Çünkü bu savaşlarda medeniyetler silinme noktasına gelmişti.
Avrupa ise tarihin tüm karanlık dönemlerinde olduğu gibi sadece Asya’nın küçük bir uzantısı idi İbn-i Haldun’un dediği gibi evrensel ruh herşeyi ile parçalanmış kendisine tekrar hayat verecek ilahi lütfu bekliyordu.

Atatürk’ün Fikir Sofrası

Atatürk de, bildiğimiz bizim gibi bir insandı. Bir çok kişisel özellikleri vardı. İnsan ilişkilerinde nasıl davranırdı? Neyi sever, neye öfkelenir,nasıl düşünürdü? Günlük hayatı nasıldı,kaç saat uyur,kaç saat çalışırdı? Fikirlerini uygularken kullandığı metodlar nelerdi? gibi bir çok sorular aklımıza gelebilir. Bu kitapta da bunların dışında ATATÜRK’ün sofralarından, verdiği eğlencelerinden, toplantılarından bahsedilmiştir.
“Atatürk’ün Sofrası” demek fikir ve kararlarını kesinleştiği an demektir. Atatürk’ün hayatında dinlenme için ayrılmış bir zaman yoktur. Uyumuyorsa, okumuyorsa, yazmıyorsa mutlaka sofrada arkadaşları ile bir şeyler konuşmakta, bir şeyler tartışmakta, haber alıp vermekte, uyguyalayacağı düşüncelerine sosyal taban hazırlamaktadır. Atatürk’ün güçlü bir kişiliği olduğunu hepimiz biliyoruz. O çevresindeki insanların , hatta yakın arkadaşlarının kendi karşısında rahat konuşmadıklarını , fikirlerini açıklamaktan çekindiklerini görüyordu. Her şeyi bilmek , her bildiğini değerlendirmek inancında idi. O nedenledir ki konuştuğu insanları rahatlatabilmek , her şeyi konuşabilmek ve çözümlemek için sofrasına çağırırdı. Şu inançtaydı; içki ve dostlukla rahatlamış insanlar , bir süre sonra fikirlerini cesaretle ortaya koyar, bildiklerini , işittiklerini kendi görüşlerine göre değerlendirirlerdi. Bu yüzden Atatürk; bir çok devlet ,memleket, dünya meselelerini zaman zaman sofraya getirmiş , orada konuşulmuş hatta karara bağlamıştır. Devlet ,memleket , dünya olayları Atatürk sofrasının aynasıdır. Fikirler ulusal görüşlere orada dönüşürdü. Örneğin, sofrasındaki en yakın arkadaşlarını çevresinden uzaklaştırır, bakan,başbakan değiştirir ,kadrosunu kurar, kadrosunu tasfiye eder, halkı aydınlatır ve devlet adamlarını uyarırdı.
Bu kitabın genelinde Atatürk’ün sofralarından alıntılar mevcuttur. Bunlardan bazılarına değinecek olursak:
TÜRK MİLETİ’NİN ÖYKÜSÜ
Bu bölümde Cumhuriyetin 10. Yılını kutlamak için verilen geceden bahsediliyor. Gecede halkı ile eğleniyor ve onlara öğütler veriyordu. Bir Yüzbaşıya da “Gençlik bilekte değil kafadadır” diyerek büyüklüğünü gösteriyor. Ayrıca yeri geliyor, eğlence yerini meclise çeviriyor. Yaptığı inkılapları anlatıyor. Kırtasiyecilikle boğuştuğumuzu , vatandaşlara babadan oğula sıçrayan bir ideal verdiğimizi ve Yarının Türkiyesi’nin temellerini attığını söylüyor.
BİR GÜN ATATÜRK GİZLİCE KÖŞTEN KAÇTI
Bu bölümde gerçekten Florya Köşkü’nden sıkıldığını Atatürk arkadaşı Nuri CONKER’e anlatır.Bir arabayla kaçarlar ve bir çocuk gibi sevinirler. Bu arada askerlere “Merhaba Asker!”deyip, karşılığında topluca “Sağol” dendiğini anlatıyor. Arabayla bir köye giderler ve orada Halil Ağadan ayran içip onu köşke yemeğe davet ederler. Yemekte ise köylünün derdini sorunlarını dinler ve direkt bakanlara ve başbakana emir verir.
MAZARİK’DE BİR AKŞAM
Yine köşkten kaçıp halkın arasına karışmıştı. Sonra Harbiye Öğrencisi iken gelmiş olduğu Mazarik adlı kokteyl ve yemek salonuna geldi. O’nun oraya geldiğini duyan vali, sivil ve resmi polisler otomobillerle gelince Atatürk rahatsızlığını dile getirir ve köşke döner.
YORGO’NUN MEYHANESİ
Öğrencilik yıllarında geldiği yerlerden biriydi burası. Köşkte arkadaşlarıyla otururken akıllarına gelir ve hemen oraya gidip, anılarını tazeleyip dertleşirler. Bir ara halinden sıkılıp “Vatandaş olmak başka bir güzellik yahu.”der.
Bu kitapta değinilen diğer anı başlıkları ise şunlardır;
ATATÜRK AFERİSTLERLE BOĞUŞUYOR
BİR ALTIN TABAKA HİKAYESİ
DOKTOR REŞİT GALİP DEVRİMLER KONUSUNDA ATATÜRK İLE ÇATIŞIYOR.
MADAM SENYA OLAYI
ÇALLI İBRAHİM’İN KÜRKÜ
ATATÜRK İSMET PAŞA İLE ÇATIŞIYOR.
ATATÜRK’ÜN BEĞENDİĞİ BİR JEST
YAHYA KEMAL’E VERİLEN SOFRA CEZASI
DEVLET VE PARTİ
ATATÜRK’ÜN YAKASINA YAPIŞTIĞI PARTİ
ÇELİK PALAS’TA BİR AKŞAM
ANKARA PALAS‘TA DANSLI ÇAY
AHMET EMİN YALMAN ATATÜRK’ÜN MASASINDA
ATATÜRK VE REFİK KORALTAY
ATATÜRK’ÜN FRANSIZ SEFERİ’NE VERDİĞİ DERS
KOLAĞASI MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK’E SUİKAST İHBARI
BİR SOFRADA ÜÇ OLAY
Kitapta adı geçen başlıklarda çeşitli yer ve mekanlarda Atatürk’ün yemeklerde, partilerde ve çaylarda aldığı kararlar ve düşünceler işlenmiştir. Ayrıca Atatürk’ün en yakınlarından alınan her bir bilgi aynı olayın görgü tanıkları ile pekiştirilmiş, hafızalardaki yanlışlıklar düzeltilmiş ve gerçeğe en yakın biçime dönüştürülmüştür. Atatürk’ün sofralarının temel felsefesi O’nun şu sözünde yatmaktadır: “HÜKÜMET UYANDI ,HADİ BİZ YATALIM”.
ANAFİKİR: Bizler konuştuğumuz insanları rahatlatabilmek, dertlerine çözüm bulabilmek, onları daha iyi anlayabilmek için en iyi yöntemi seçmeliyiz. Onları yemeğe davet edip, dostluk, içki ve hoşgörü ile rahatlatarak,fikirlerini cesaretle ortaya döktürerek bildiklerini, işittiklerini acılarını ve sevinçlerini paylaşmalıyız. Bu sayede hayatta bakış açımızı genişletmiş oluruz.

ATATÜRK’ün Bana Anlattıkları

Türk milletinin Alman ordusunun yanında savaşa katılması istendiği sıralarda yurdumuza bir Alman heyeti gelmişti. O zamanki Osmanlı devlet adamları ve devlet reisleri ordumuz hakkındaki tüm sırları ve ordumuzu bu heyete teslim etmişlerdi. Mustafa Kemal ATATÜRK bundan büyük bir rahatsızlık duyuyordu.Bunların olmaması için tüm yetkili makamlara rahatsızlığını ve nedenlerini tüm açıklığıyla bildirmiş fakat kimse oralı olmamıştı. Hatta onlardan birisi Mustafa Kemal’in bu rahatsızlığının memleket ve milletine duyduğu aşktan ileri geldiğini fakat memleket ve milletin buna layık olmadığını söylemiştir.
Mustafa Kemal Arıburnu ve Anafartalar’da elde ettiği başarılar sebebiyle dost düşman birçok kişinin ismini duyduğunu biliyordu.Buna dayanarak Osmanlının içinde bulunduğu durumu anlatmak üzere Osmanlı yöneticilerine ziyarete gidiyordu. Nazır bey ile yaptığı görüşmede de ona içinde bulunduğumuz kötü durumu açıklamaya çalışmış fakat o kabullenmek istememiş gerçeklerin kendi bildikleri olduğuna inanmaya devam etmiştir. Mustafa Kemal’i Heyeti Vukela’ya şikayet etmiştir.
Mustafa Kemal’e heyecanlı bir eğilim içinde olan Yakup Cemil adında bir kişi Bursa’da arkadaşlarıyla yaptığı bir ihtilalde Vatanın selameti için devlet başındakilerin öldürülmesi gerektiğini ve bunu da kendisinin yapacağını söylemiştir. Ayrıca en önemlisi de vatanın kurtulması için devletin başına Mustafa Kemal’in gelmesi gerektiğini söylemiştir. Daha sonra bu adam yakalanarak asılmıştır. Mustafa Kemal Yakup Cemil’in bu hareketini doğru bulmamıştı, buna rağmen onu kurtarmaya çalıştı.
Mustafa Kemal Yedinci Ordu’ya ilk defa kumanda ettiği sırada bu ordunun da içinde bulunduğu gurup kumandanı General Falkenhayn’a önem verdiği konusunda hem fikir olmayınca münakaşa oldu ve durumdaha büyük makama aksetti. General Falkenhayn Mustafa Kemal’in tamamen gerçeklerden oluşan görüşlerine değer vermemişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal bütün sonuçlarını kabul ederek isyankar bir şekilde kendi görevine son verdi ve yerine Ali Rıza Paşa’yı tayin etti. Daha sonra Mustafa Kemal’i II nci Ordu K.lığına tayin ettiler. Mustafa Kemal onu da kabul etmedi. Halbuki Mustafa Kemal sadece içinde bulunduğumuz acı durumu açıklamaya çalışıyor fakat onlar buna inanmak istemiyorlardı. Bu sırada Mustafa Kemal’in İstanbul’dan Halep’e gitmek için yol parası dahi yoktu. Mustafa Kemal bundan kimseye söz etmediği halde Falkenhayn Mustafa Kemal’e bir miktar altın gönderdi. Mustafa Kemal bu paranın ordu ihtiyacı için gönderildiğini sandı. Fakat daha sonra gerçeği anladı ve parayı Falkenhayn’a geri yolladı.Birkaç at ve kısrak satarak para sağladı. Bundan da anlayacağımız gibi Mustafa Kemal hiçbir zaman kendisini vatanından ön planda tutmamıştır.
Veliaht Vahdettin ve Mustafa Kemal’in Almanya gezisinde de Mustafa Kemal her fırsatta Vahdettin’e vatanın içinde bulunduğu müşkül durumu açıklamaya çalıştı. Orada da birçok yere gezi yaptılar. Her gittikleri yerde bir Alman komutanı onlara Alman ordularının gerçek durumunu değil de istedikleri yönlerini gösteriyorlardı .Hatta birisinde Mustafa Kemal ve Vahdettin cepheye gidip Alman ordularını daha yakından görmek istedi . Bu istekleri kabul edildi fakat daha oraya varmadan nereleri gezecekleri planlanmıştı. Mustafa Kemal Vahdettin’den tecrübelerine güvenerek gösterdiği yöne gitmesini istedi ama Vahdettin yapılmış plandan dışarı çıkmadı. Mustafa Kemal’de ondan ayrılarak gösterdiği yöne gitti. Ağaçta gözcülük yapan bir Alman askeri ile görüştü. Alman ordusunun kötü durumu hakkında önemli bilgiler aldı. Görülüyor ki Alman ordusunun durumu kendi askerinin dahi durumu inkar edemeyeceği kadar kötüydü.
Seyahatten sonra Mustafa Kemal büyük bir rahatsızlık geçirdi ve bir süre dış ülkede tedavi gördü. Bu sırada veliaht Vahdettin padişah oldu. Mustafa Kemal ile görüşmek üzere yanına çağırdı. Çünkü her fırsatta vatanın içinde bulunduğu durumu kendine anlatmaya çalışan Mustafa Kemal ile gezi sırasında bir çok görüşmeleri olmuştu. Buradan Mustafa Kemal’in tek isteğinin mülk ve makam değil vatanın kurtuluşu olduğunu açıkça anlıyoruz.
Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmede Mustafa Kemal kendisine her şeyden önce orduyu bizzat kendisinin kumanda ederek sahip çıkmasını istedi.Ancak ondan sonra sağlıklı kararlar alınabileceğini bildirdi. Günler sonra yaptıkları başka bir görüşmede Mustafa Kemal padişahın orduyu düzeltip başına geçmek yerine ilk önce halkı kazanmaya çalıştığını anladı.
Vahdettin birgün Alman generalleri ile görüşme yapıyordu. Mustafa Kemal Alman generalleri olduğu için içeri girmek istemediğini belirtti.Ama Vahdettin özellikle onlar olduğu için içeri girmesini istediğini söyledi. İçeri girer girmez Mustafa Kemal’e iltifatlar yağdırmaya başladı. Sonunda Mustafa Kemal’i Suriye’ye kumandan tayin ettiğini ve oraları düşman eline kaptırmamasını söyledi. Alman generallerine dönerek“ Bu kumandan dediğimi yapabilir” dedi. Mustafa Kemal ATATÜRK bu görevin ona İstanbul’dan uzalaştırılmak için verildiğini biliyordu. Sonra Mustafa Kemal ATATÜRK bu işin Enver Paşa ve Vehip Paşa’nın başının altından çıktığını öğrendi.
1 nci Dünya harbinde yüzlerce km. uzunluğunda bir cephe üzerinde üç ordu vardı. Bunların sadece isimleri orduydu. Bu ordular zayıf, dağınık bir takım kuvvetlerdi. Mustafa Kemal bu üç ordunun birleştirilerek tek ve sağlam bir ordu kurulmasını istiyordu. Fakat bu tekliflere kimse kulak asmadı.
Bir gün Mustafa Kemal’e Erkanı Harbiye reisi o günün raporlarını okuyordu. Bunlar her zaman yazılan basit raporlardı. Yalnız bu raporlarda bir ingiliz esirin yazdığı rapor Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Mustafa Kemal bu rapordan İngilizlerin bir kaç gün sonra bütün cephe üzerinde taarruz yapacaklarını anladı. Kolordu komutanlarına tedbir aldırdı. Ve Limon Van Sanders’e haber verdi. Fakat o buna gülüp geçti.Mustafa Kemal’in dediği gerçekleşti ve Limon Van Sanders’in ordusu bozguna uğradı. Burada Mustafa Kemal’in ileriyi görme yeteneğini ve sezgi gücünü görüyoruz.
Mondoros mütarekesinin yapıldığı sıralarda durumun kabul edilemezliğini bir çok makama yazılar yazarak açıklamaya çalıştı ama kimse kulak asmadı.
Bütün bunlar olurken Mustafa Kemal bir taraftanda arkadaşları ile toplantılar yapıyor ve vatanın bölünmezliği için neler yapabilecekleri hakkında sabahlara kadar tartışıyor ve onların görüşlerini alıyordu.
Mustafa Kemal yine arkadaşları ile yaptığı görüşmede Anadolu’ya gitmeye karar verdi. Bir vapur hazırlattı. Mustafa Kemal tüm tehlikelere karşın Anadoluya en kısa yoldan gitmeye kararlıydı. Bunuda ancak vapurla yapabilirdi. Mustafa Kemal Sinop’a geldiğinde oradakilerden Samsun’a kolaylıkla gidebilecek bir yolun olmadığını öğrendi. Fakat yine de o Samsun’a ayak basmak için o kadar acele davranıyordu ki zaman kaybetmektense tehlikelere göğüs germeyi tercih ediyordu.Zaten Mustafa Kemal daha yola çıkmadan Bandırma Vapuru’nun Karadenizde batırılacağı haberini aldı. Bandırma Vapuru’nun pusulasıda bozuktu fakat o yine de yola çıktı.
Ve nihayet Mustafa Kemal Samsun Limanı’na ulaştı...

Atatürkün Avrasya Devleti

KİTABIN ANA BÖLÜMLERİ :
1. Milliyetçilik akımının Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkileri
2. Atatürk’ün Avrasya Devletini kurma çalışmaları
3. Türkiye - Sovyet Rusya ilişkileri
4. Sonuç
GİRİŞ :
Gazi Mustafa Kemal, daha 1900’lü yılların başında Osmanlı İmparatorluğu 5,5 milyon kilometrekarelik topraklarda hüküm sürerken Balkan savaşı bile olmamışken, Selanik’teki arkadaş toplantılarında Osmanlı Devletinin parçalanacağını söylemiş fakat yerine neyin gelmesi gerektiğini söylememişti. Mustafa Kemal Paşa hiçbir şeyi zamanından önce açıklamamış, zamanı gelmeden oluşmasına girişmemiştir.
1. MİLLİYETÇİLİK AKIMININ OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ :
Osmanlı Devletinden Yunanlılar, Sırplar,Romenler kopmuş Bulgarlar, Ermeniler, Araplar ve Arnavutlar sabırsızlıkla sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Parçalanmak Osmanlı İmparatorluğunun kaçınılmaz sonu idi. Bu son çok uzakta değildi Osmanlı Devleti parçalandıktan sonra bırakacağı siyasi boşluğu ne dolduracaktı ? Mademki çok uluslu devletleri parçalayan milliyetçik akımları olduğuna göre, Osmanlı Devletinin bıraktığı siyasi boşluğu dolduracak toplum Milliyetçilik akımlarından etkilenmeyecek bir toplum olmalıydı. Bu fikir Gazi Mustafa Kemalin beynini yıllarca tırmaladı. Osmanlının bırakacağı boşluğun Anadolu yarımadasından Çin seddine kadar uzanan topraklar üzerinde dil,tarih, kültür birliği ve bütünlüğünü yaşayan toplumların kolayca bir araya gelebileceklerini düşündüğü ve ölümsüz bir devletin bu temeller üzerinde kurulabileceğini fark etti.
2. ATATÜRKÜN AVRASYA DEVLETİNİ KURMA ÇALIŞMALARI :
“Dünyada şimdiye kadar başka başka milletlerin birlik kurdukları ve yüzyılları beraberce yaşadıkları görülmüştür. Bizim, kurmak istediğimiz birliğin tarihte geçmişi olan birliklerin en üstünü olmasını isteriz.”
ATATÜRK
Evet! Gazi Mustafa Kemal Paşa “Tarihte görülmüş birliklerin en üstününü” kurmak amacındaydı. Bu fikri vicdanında bir sır gibi saklıyor bütün hareketlerini o noktayı hedefleyerek gerçekleştirmeye çalışıyordu. İşte bu Atatürk’ün gözünde milli misak’tı Ülke Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, düşman denize dökülmüş, vatan kurtulmuştu ancak ekonomi ve insan gücüde tükenmişti, bütçe neredeyse yok gibiydi enflasyon %250 ‘idi.
İşte böyle imkansız bir bütçeden 1924 yılında 200.000 TL. Ödenek ayrılmış ve “ Türkiyat Enstitüsü” kurulmuştu.
(200.000 TL. 200.000 altının karşılığıdır.)
Mustafa Kemal Paşa yok canından işte bu koşullar içinde “Büyük Türk Devletleri Birliği” hayali uğruna bu ölçüde fedakarlık yapmayı göze alabiliyordu ve hedefine yürümeyi tüm bu fedakarlıkları hovardalık farzedenlere rağmen sürdürüyordu.
Türkistan ve çevresindeki Türk kaynaklı toplumların hareketlerini sürekli izledi ve paralel çalımalar yaptı.
3. TÜRKİYE - SOVYET RUSYA İLİŞKİLERİ :
Gazi Paşa Büyük Türk Devletleri birliği kurma çalışmalarının gizli kalmasına büyük özen gösteriyordu. Ancak Sovyetler Birliği bu folklör,etnografya,tarih düzeyinde sürdürülen çalışmalardan rahatsız oluyordu, çünkü Türkiye ile bu toplumlar arasında kurulacak ilişkiler yalnızca Sovyetlerin zararına olabilirdi çünkü, Osmanlı Devletinin defteri kapatılmış, onun yerine onun kadar güçlü ve ondan daha uzun ömürlü bir devletin defteri açılmıştı.”Türk Cumhuriyetleri Birliği”.
4. SONUÇ :
Selanik günlerinden beri bir sır gibi vicdanında sakladığı bu fikir artık gerçekleşme yoluna girmeliydi. Onun için Türkiyat Enstitüsü yolunu seçmişti.
Türkiyat Enstitüsü harıl harıl çalışıyordu önce “ Türk Dili Encümeni” kuruldu. Dildeki Arapça kökenli sözcükler yerine halkın içinde yaşayan Türkçe sözcüklerin yerleştirilmesi için bir ön çalışma başlatıldı. Eğer bir Türk Dünyası yeniden kurulacaksa, dili Arap ve Fars dilinin egemenliğinden kurtulmalıydı. Atatürk’ün bir diğer hedefi de; tarihti, tıpkı dil encümeni gibi bir tarih encümeni kuruldu. Gazi Paşa Tarih konusunda oldukça titiz davranıyordu. Tebliğlerin hepsini dikkatle okuyup gözden geçiriyor ve bu konuda çalışan yerli yabancı uzmanlara “Türk Tarihinin Anahatları” adını verdiği bir kitabın bölümlerini yazdırıyordu.
Mustafa Kemal tarihin devlet hayatındaki önemini çok iyi bildiği için bir yandan Dil Encümenini kurup ona dili sadeleştirme ve zenginleştirme görevi verirken bir yandan da bir Tarih Encümeni kurup onada Türk Tarihinin Orta Asya Türk Devletlerine kadar uzatılması çalışmalarına başlaması görevini veriyordu. Tüm bunlar “Atatürk’ün Avrasya Devletinin” temelini atan çalışmalar olmuştur. Ne yazık ki bütün bu çalışmalar Atatürk’ün vefatı nedeniyle yavaşlamış yarıda kalmış, hedefine ulaşamamıştır. Tüm bunlar Atatürk’ün geleceği görmedeki ustalığını ve dehasını ortaya koymaktadır.

Atatürk Olmasaydı

Atatürk olmasaydı, Çanakkale Zaferi olmazdı.
Çanakkale Zaferi olmasaydı İngiliz, Fransız, Ruslardan oluşan itilaf devletleri, savaşı planladıkları üzere en çok 17 ayda zaferle bitirir. Rus çarlığı haşmetle sürer, İstanbul / Boğazlar Rusların eline geçer, Sevr antlaşmasının şartları gerçek olurdu.
Trablusgarp ve Balkan harpleri yenilgilerinden sonra morali sıfır benliği yok olmuş ezik ve bitik Türklük için destan devri kapanır.
Dünyanın hiçbir esir milletinde emperyalizmin baskısı altında, milli kurtuluş fikri oluşamaz ve hareket gelişemez. Çarlık Rusya yıkılmasaydı Orta Asya ve Kafkasya’daki Türkler kısa süreli de olsa bağımsız devlet kuramazdı.
Çanakkale savunması dominyon sömürgelerde bağımsızlık ve haysiyet şuurunu uyandırdı
Atatürk olmasaydı orduyu politika dışında tutmak mümkün olmazdı. İkinci büyük Millet Meclisinde bu prensip tatbik edildi. Bu durumda olanlar ya asker ya Milletvekili oldular. Atatürk olmasaydı üzerinde çağın damgası olan hiçbir hareket ve müesseseyi maziden koparıp kuramazdık. Ya hep ya hiç aydınlığını onda bulduk
Milliyetçilik duygusundan yoksun kalmaya devam edecek, eşiğinde olduğumuz ümmetçilik kazanına düşecek, hiçbir zaman sağlam olamamış bir din kardeşliği kisvesi altında ya Arap ya Acem şoven milliyetçiliği potasında kaynayacaktık. Araplaşma – araplaştırma düzeni (URUBE)’nin hammaddesi olacaktık.
Atatürk olmasaydı, Türkiye zamanın şartları içinde Bolşevik rejimini kabul edebilirdi.
Atatürk olmasaydı, kadın hak ve hürriyetleri öteki işlam ülkelerinin şartları içinde kalacaktı.
Atatürk olmasaydı, Devlet, hayat idare-i maslahat (yaşanılan günü kurtarma) Maslahat-amiz illetinden kurtarılamazdı.
Atatürk olmasaydı, Kurtuluş mücadelesi süreci içerisinde gerçek hürriyet ve istiklâllimizi imkansız kılan tatbik, safhasındaki bütün dünyanın Ermenilerle ilgili almış olduğu kararı hak-adalet-tarih hakikatleri içinde lehimize sonuçlanması asla mümkün olmayacaktır.
Atatürk olmasaydı, sanat ve sanatçının değeri bugünkü değerine gelemezdi. Toplum içinde sanatkarı özlenen mevki, makamların üstünde görmek ve bunu tescil ettirmek o günlerde ancak ona has bir özellikti.
Atatürk olmasaydı bizler ve bizden sonrakiler, şahsi tercihini bir tarafa iterek, milleti için değişmesi şart bir çağ sanatı anlayışı adına fedakarlık örneği gösteremezdi.
Atatürk olmasaydı, bizi benliğimize kavuşturan gerçek tarihimizden de cehaleti yenmek için tek dayancımız olan Türk alfabemizden mahrum kalırdık.
Atatürk olmasaydı, bugün ülkemizdeki hümanizm kuruluşları ya hiç olmaz, olsalar bile yasal statüyü koruyamaz, içe açık dışarı kapalı kalmaya mahkum ve mecbur olurduk.
Milletin imkanlarının devlet hayatında daima göz önünde tutulması, lüks- gösteriş-şatafattan uzak, aynı zamanda vakarlı haysiyetli- zevkli, güzel-asil-cazibe olabilme yapısı devlet varlığına hakim onunla beraber gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun kaybettiği topraklar üzerinde bağımsız ve manda ferliği kabullenmiş 13 Devlet kurulur. Atatürk sayesinde bunlar ile “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine uygun olarak dostluklar kuruldu.
Atatürk olmasaydı, yaşanılan şartlar ne olursa olsun, İstiklal ve hürriyet için açıkça ifadesi şart gayeleri devlet literatürüne o sokamazdık.
Atatürk olmasaydı, din ve maneviyatı akıl ve mantıkla böylesine bağdaştıran bir başka insan bulamazdık.
Atatürk olmasaydı, ülkemiz ve milletimiz üzerinde asırlarca oynanmış haksız, ahlaksız senaryoların tortularından kurtulamazdık.
Atatürk olmasaydı, Türk milleti için kusur olarak gösterilen haksız-yersiz-kasıtlı- mantıksız iddia ve kanaatler sonuna kadar yerinde kalacaktı.

Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği

Kitap genel olarak dört bölümden oluşmaktadır. “Kemalizm Üzerine“ adlı bölümde yazarın güncel yazıları ve incelemeleri yer almaktadır. “Demokratik Sol-Sosyal Demokrasi Üzerine” adlı bölümde güncel olaylardan yola çıkılarak yazılan yazılar, inceleme niteliği taşıyan yazılar ve yazarın bilim ve siyaset adamları ile yaptığı tartışmalar yer almaktadır. “Güneydoğu Sorunu Üzerine” bölümünde, farklı bakış açılarına sahip kişilerle yapılan söyleşilere yer verilmiştir. “Kültür, Siyaset ve Ordu Üzerine” başlıklı son bölümde ise güncel olaylardan yola çıkan yazılar bulunuyor.
1. KEMALİZM ÜZERİNE
Bu bölümde yazar Kemalizm üzerine çeşitli gazetelerde yazdığı köşe yazılarını derlemiştir. Bu köşe yazıları genellikle Kemalizme karşı olan grupların yada kişilerin fikirlerine ve eylemlerine cevap verir niteliktedir. Bölümün sonunda ise yazar, köşe yazılarından sonra iki incelemesine yer vermiştir, bunlar “Atatürk’ün Kültür Siyaseti” ve “Kemalist İdeoloji”.
Birinci bölümde verilen köşe yazılarından bazıları:
M. Kemal’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği : Aziz Nesin, yıllar önceki bir konuşmamızda şöyle demişti:
- Geçmişte Atatürk’ü eleştirmiş olmaktan dolayı şimdi utanıyorum. Her geçen gün gözümde küçüleceğine, tersine daha da büyüyor.”
Eğer Türkiye’de bir din devleti kurmak istiyorsanız, Mustafa Kemal’e saldırmanız elbetteki tutarlıdır. Mustafa Kemal’i bilimsel olarak değerlendirmenin yöntemi açık: Hangi koşullardaydı? Ne yapmak istiyordu? Ne yaptı? Sonuç ne oldu?
Bu ülkede Atatürk’ü yıkarak olumlu bir şeyler yapabileceğini sananların, kendi küçük dünyaları içinde büyük bir yanılgıyı yaşadıklarına inanıyorum.
CHP’nin İdeolojisi ve Kemalizm : “Altı oku unutup, sıfırdan başlamadan CHP büyüyemez” diyenler var. Kemalizmin altı oku gökten zembille inmedi. Laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik, Fransız Devrimi’nin etkisini taşıyordu; halkçılık, devrimcilik ve devletçilik de Sosyal Devrim’in… Ama bu kavramlara verilen içerikler esnekti, tartışılmaz kalıplar değildi. Türkiye’nin koşullarının ürünüydü ve o koşullara bağlı olarak zamanla değişebiliyordu.
CHP, 1980’de bıraktığı noktada kalırsa Kemalist olmaz; altı oku bırakırsa da CHP olmaz!
Kuşkusuz ki Türkiye’de hiç kimse Kemalist olmak zorunda değildir. Ama CHP’de, Kemalizme karşı olanları kendi içinde kabul etmek zorunda hiç değildir!…
Kadınsız Demokrasi : Kadınların, yani toplumun yarısını oluşturan bireylerin yaratıcı gücünü, toplumsal ve siyasal yaşamın dışında tutan bir toplum çağdaşlaşabilir mi?
Mustafa Kemal, Türk kadınına çağdaş bir konum kazandırma düşüncesini uygulamaya, hem de Kurtuluş Savaş’ının en umutsuz günlerinde başlamıştır. Atatürk “kadın ve erkek” Türk insanına verilecek eğitimin ilkelerinin saptanması amacıyla, ilk öğretmenler kurultayını işte bu ortamda topladı!…
Eğer Atatürk olmasaydı, Kemalizme bugün burun kıvıran, cumhuriyeti karalama sevdasına kapılan, “referandumla devrim” yapılabileceğini sanan bazı büyük üstatlar acaba ne ile uğraşıyor olacaktı?
Devlet Hayranlığı Edebiyatı : Kemalizmi “devlet hayranlığı”, çağdaş Kemalizm demek olan demokratik solculuğu “çağdaşsızlık” , sınırsız bir özelleştirmeciliği ise “ilericilik” sayan kalemler acaba “cehaletin cesareti” ile mi konuşuyorlar? Yoksa sık yinelenen yalan, giderek kafalarda doğruya dönüşür umudu içindeler mi?
Atatürk’ten 27 Mayıs Anayasası’na, Türkiye’ye bağımsız ve demokratik kurum anlayışını Kemalistler getirdiler. Halk evleri bile oldukça bağımsız ve demokratik bir yapıya sahipti. Köy enstitüleri, bugünün yüksek öğretim kurumlarında bile olmayan bir “katılımcı” ortam yaratmıştı. Özerkliğin savunucuları, Kemalizm’i sürdüren demokratik solcu ve sosyal demokratlar oldular. ”Ceberrut devlet” özlemi ile askeri yönetim dönemlerini değerlendirmeye çalışanlar hep Kemalizm karşıtıydılar.
Bir siyasi partinin başarısı, her şeyden önce toplumsal tabanı ile örgüt yapısı ve ideolojisi arasında tutarlılık olmasına bağlıdır.
CHP’nin geleneksel tabanı “orta sınıf”’lardır. Kemalizm de öncelikle bu toplum kesimlerinin ideolojisidir.
Sadece bu tabana dayanmak bile Türkiye solunu bugünkü çıkmazından kurtarır. Siyasal dengeleri etkileyen bir konuma getirir.
Atatürk’ün sağlığında yaptıklarının bekçiliği ile yetinmenin Kemalizm değil “tutuculuk” olduğunu da unutmamak gerekir!… Kemalist olabilmek için Atatürk’ün “izinde” değil, “yolunda” olmak gerektiğini bilmek gerekir!…
Atatürk Üzerine “Cevherler”!… : Kültür bakanının baş danışmanı olmakla övünen “Zat-ı Muhterem” gene kolları sıvamış… Kemalizm’in “sol” ile ilgisi olmadığını; “militarist” bir ideoloji sayılması gerektiğini; ve de “demokrasi” ile uzaktan yakından bağlantısı bulunmadığını kanıtlamak için…
Solculuğun bütün dönemler ve bütün toplumlar için geçerli iki “evrensel” ölçütü vardır. Toplumsal olanakları artırıcı atılımlardan yana olmak bir… O artan olanaklardan toplumun daha geniş bir kesimini yararlandırmaktan, yani daha hakça bir paylaşımdan yana olmak iki… Bu hedeflere yönelik bütüncül-yapısal dönüşümleri gerçekleştirmek ise , devrimciliktir…
Kemalizm sadece “yeni insan”’ı yaratmadı; aynı zamanda “başdöndürücü” bir sanayileşme sürecini de başlattı.
Demek ki Mustafa Kemal “militarist” bir ideolojinin kurucusu , öyle mi?
Hani şu, İttihat Terakki’nin 1909’daki ünlü Selanik Kongresi’nde “ Ya üniformanızı bırakın, ya siyaseti” diye haykıran Mustafa Kemal…
Ve gelelim Kemalizmde “demokrasi” nin bulunmadığı “cevheri” ne… Acaba şu sözler Atatürk’e değilde, “özköşk” yazarlarından birisine mi ait: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde partilerin doğacağına şüphe yoktur. Demokrasi maddi refah meselesi değildir.”
Atatürk Diktatör müydü? : CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya gezisinin hemen sonrasında, Atatürk’ün partisini faşist modele göre yeniden yapılandırmak için bir tasarı hazırladı. Herkesin beğenisini kazanan bu tasarı onay için önüne geldiğinde, Mustafa Kemal’in gösterdiği tepki ünlüdür:
“-İsmet Paşa bu saçmaları herhalde okumadan imzalamış olacak!”
Atatürk’ün yönetiminin, kendinden önceki Osmanlı yönetimine göre çok daha demokratik ve çok daha halkçı olduğu ortadadır. Atatürk sıradan bir “liberal demokrasi” anlayışına da sahip değildi. “Katılımcı-sivil toplumcu” bir demokrasiye inandığının somut kanıtlarını vermişti.
Atatürk’ün Kültür Siyaseti: Eğer her siyasal iktidar değişikliğinde devletin yazılı ve sözlü yayımlarının dili, devlet tiyatrolarının oyunları, devlet kitaplıklarının raflarındaki kitaplar, bile değişiyorsa, o ülkede gerçek anlamıyla ulusal bir kültür siyaseti izlendiği söylenemez. Oysa, kültür bir duyuş ,düşünüş ve davranış birliğidir. Ulusal olması zorunlu siyasetlerin başında kültür siyasetinin gelmesi gerekir.
Atatürk “çağdaş insanı” yaratacak koşullara öncelik verdi. Tarihteki ilk kültür devrimini gerçekleştiren önder oldu. Dilde, tarihte, alfabede, sanatta, hatta dinde yaptığı reformlar, O’nun bu anlayış içinde gerçekleştirdiği kültür devriminin parçalarıdır. Atatürk bağımsız ve çağdaş bir ulusal toplum yaratmak istiyordu. Bir yandan ülkenin kendi öz kaynaklarına dayanmasına, öte yandan da hedef aldığı toplumun gerektirdiği insanı hazırlamaya öncelik verdi.
Atatürk’ün izi, O’nun öldüğü noktada biter, ama yolu bitmez, sonsuza dek uzanır. Bu nedenle de, Atatürk’ün neyi yaptığından çok, hangi amaçla yaptığı incelenmelidir. Ulusal olması gereken kültür siyasetini, toplumun ancak belirli kesimlerini temsil eden siyasal iktidarların insafına terkedecek bir kültür kurumlaşmasının Atatürk’ün yoluna ters düşeceğini sanıyoruz.
Kemalizm Nedir? : Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama, onlardan farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır.
Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi , Birinci Dünya Savaşı’nın ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal-siyasal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir. Mustafa Kemal , ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir.
Kemalizmin önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız devrimi ve dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.
2. DEMOKRATİK SOL-SOSYAL DEMOKRASİ ÜZERİNE
İkinci bölümde yazar Demokratik Sol ve Sosyal Demokrasi üzerine yazdığı köşe yazılarına ve yaptığı söyleşilere yer vermiştir. Köşe yazılarında değindiği konuları özetleyecek olursak :
Sosyalizmin amacı toplumsal ayrıcalıkların bulunmadığı bir düzen kurmaktır.
Bir partinin oy alabilmesi için çıkarlarını ve dünya görüşünü temsil etmek istediği bir kitlenin varlığı yetmez. Hatta tutarlı bir programa sahip olması da yetmez. Getirdiği çözümlerin inandırıcılığı kadar, yapısal inandırıcılığı da önemlidir. Ecevit programı ve kişiliğiyle inandırıcı ancak DSP yapısıyla inandırıcı değil. SHP’de de aynı şey söz konusudur.
SHP’deki liderlik sorunu üzerine değiniyor ve parti içi seçimlerde orantılı temsil sistemini öneriyor. Ancak çok kişinin bu fikre şiddetle karşı çıktığını vurguluyor.
Sosyal Demokrat ve Demokratik Sol sistemlerini tanımlayarak nasıl Sosyal Demokrat olunabileceğine değiniyor.
SHP, DSP ve CHP’nin herhangi bir şekilde birleşmeleri durumundaki analizi yapıyor ve İnönü, Ecevit ve Baykal’ın bu konudaki tutumlarına yer veriyor.
1990’ların demokratik sol yada sosyal demokrat partilerinin programı nasıl olmalıdır tartışmalarında unutulan bir şey vardı. Program değil partinin yapısı önemlidir. Bundan dolayı CHP’nin programından önce yapısının tartışılması gerektiğini vurgulamaktadır. Kim ne derse desin önder çok önemlidir ve bu önderin çevresindeki ,kadro da çok önemlidir. Ve yine orantılı temsil sistemini savunuyor.
Yanlış ve çıkmazda olan SHP ve DSP’nin CHP’yi de kendilerine katmaya çalıştıklarını ve CHP’yi daha doğmadan öldürmeyi düşündüklerini söylüyor. Ancak CHP için de en doğru kararın umudu yitirmektense ertelemenin daha iyi olacağını vurguluyor.
Baykal’ın nasıl kazandığını ve CHP’nin nasıl büyüyeceği konusundaki fikirlerini belirtiyor. Baykal’ın kurultaydan zaferle çıkmasının en büyük nedeni, kitlelere heyecan verebilecek, duyguları güçlü bir biçimde dile getirebilecek, mesajları etkili olarak iletebilecek bir seslenme gücüne sahip olmasıdır. Ancak Baykal’ın bir karar vermesi gerekmektedir, “Ortak akıl”’in sözcüsü mü olacak, yoksa kısır bir takım tutkuların mı?
Yazar bölümün bundan sonraki kısmında Demokratik Sol ve Sosyal Demokrasinin tarihsel bir sentezini ve yaptığı söyleşilere yer veriyor. Demokratik Sol yada Sosyal Demokrasi marksizmden sonra tarihsel bir sentez olarak oluşmuştur. Bu süreçte rol alan kişilere yer vermiştir: Bu kişiler,
Ferdinand Lassalle; çağdaş sosyal demokrat ideolojinin oluşumunda adı geçen ilk isimdir. Edward Bernstein; marksizmi hareket noktası alarak sosyal demokratik düşünceye katkıda bulunmuştur. Karl Kautsky ; Bernstein’in eleştiriler yönelttiği ve özde marksizme daha sadık gibi göründüğü halde, sosyal demokrat düşünce çizgisinde önemli yeri olan bir düşünürdür. Jean Jaures ; Fransız olan Jean, bir düşünür olduğu kadarda aynı zamanda bir eylem adamıdır. İki kez milletvekili seçilmiş, sosyalist partiye önderlik etmiş, emperyalizmin baskısı altında haksızlığa uğradığına inandığı Osmanlı Devleti’ne Türklere yakınlık göstermiştir. Leon Blum; Fransanın ilk sosyalist başbakanıdır.Faşizm tehlikesine karşı komünistlerle işbirliğine yanaşmakla birlikte, sağcı burjuvaziye olduğu kadar komünizme de karşıydı. Sidney James Webb; İngiliz sosyalizminin kökenindeki en önemli isim. Demokratik sol ideolojiye katkılarının yanısıra, milletvekili ve bakan olarak uygulamaya da katıldı.
Kemalizm ve Sosyal Demokrasi; Türkiye’ye demokrat ideolojinin, kemalizm ile birlikte girmeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Genel ve eşit oy hakkı, sekiz saatlik işgünü, çeşitli sosyal sigortalar, gelir düzeyine göre değişen vergi sistemi, parasız eğitim, hep sosyal demokrat dünya görüşünün yansımaları olarak gerçekleşmiştir.
Yazar daha sonra Sosyal Demokrasinin nasıl oluştuğundan bahsetmiştir. Sosyal demokrasinin oluşumunda önemli olan iki deneyime değinmiştir. İskandinav ve İngiliz ile Fansız deneyimleri. Her iki modelde, de güçlü bir kominist haraketin rekabetinden uzakta ve işçi sendikalarının büyük desteği ile geliştiler. İskandinav sosyal demokrasileri içinde en ünlüsü İsveç’inkidir. İsveç’te sosyal demokratlar,1932 yılından bu yana, küçük iki ara dışında sürekli olarak iktidardadırlardır. İngiltere’de sosyal demokrasi modelinin temeli ise, 1945-50 ve 1964-70 yılları arasındaki İşçi Partisi iktidarı sırasında atıldı. Daha sonra Türk deneyimi ile ilgili bilgiler vermiştir.
Yazar 1974’lerden bugüne nelerin değiştiğini nelerin değişmediğini anımsatmak için, 27-29 Ekim 1974 tarihinde yapılan “2. Demokratik Sol Düşünce Forumu”nda yapılan konuşmaya yer vermiştir.
İkinci bölümün bundan sonraki kısmında, yazar yapmış olduğu söyleşilere yer vermiştir. Erol Çevik ile KIT’ler, Devletçilik, Sosyal Demokrasinin ekonomik modeli üzerine, Prof. Bilsay Kuruç ile KIT’lerin tasviyesi, Devletçilik üzerine, İsmail Cem ile CHP’nin yeniden açılması ve başarılı olabilmesi için gerekenler, CHP’nin birleşmesi konusunda, liderlik sorunu hakkında, Ertuğrul Güney ile CHP’nin Liderlik sorunu, ideolojisi,üye ve örgüt yapısı konusunda, Teoman Köprülüler ile 1980’deki CHP ve son CHP hükümeti üzerine Cumhuriyetçilik üzerine, orantılı temsil sistemi üzerine, Prof. Ergun Türkcan ile 2. Cumhuriyet tartşması, sivil toplum, Anadolu Federasyonu, KIT’ler ve CHP’nin birleşmesi üzerine söyleşi yapmıştır.
GÜNEYDOĞU SORUNU ÜZERİNE
Yazar üçüncü bölümde Güneydoğu sorunu üzerine yazdığı yazılara ve bu konu üzerinde yaptığı söyleşilere yer vermiştir.
Oradaki sorunun bir Kürt sorunu mu yoksa Güneydoğu sorunu mu olup olmadığını incelemiştir. Yazar aslında bir Kürt sorunu olmadığını fakat bir Güneydoğu sorunu olduğunu vurgulamaktadır. Devlet silahlı mücadele verenleri ezmeye çalışırken, demokrasi mücadelesi verenlere destek olmalıdır. Güneydoğu sorununun, etnik nitelikli bir parti yerine bir kitle partisi içinde savunulmasının çok daha doğru olduğunu unutmamalıyız.
Niçin Ankara’daki, İzmir’deki, İstanbul’daki bölgesindekinden daha kalabalık olan- Kürt kökenli yurttaş isyan etmiyor da, Şırnak’taki ediyor? Olaya bir Kürt sorunu olarak bakmak, ilericilik değil, ırkçılıktır, gericiliktir. Çünkü olay bir geri kalmışlık ve insan hakları sorunudur…
Yazar HEP’in TBMM’de grup kurması gerekliğini vurgulamıştır. Yazara göre, bundan topluma zarar gelmez, ama bazı yararlar doğar. Demokrasilerde özgür tartışmanın iki yararı vardır: Birincisi, daha sağlıklı ve dengeli bir karar alınmasına yardımcı olmak. İkincisi, kitlelerin kendi duygu ve düşüncelerinin yüksek sesle dile getirilmesi sayesinde rahatlamalarını sağlamak.
Tıpkı Kürtçe gazete gibi, Kürtçe TV yayını da yapılabilmelidir. Ama bu yayını devlet yapmamalıdır. Zira bunu yaparsa devlet Türkiye’de yaşayan 11 dili anadili sayan topluluklara da bu hizmeti vermek zorundadır.
Yazar Urfa insanı ile Şırnak insanı arasındaki farka değinmiştir. Şırnakta PKK ve HEP’e verilen belirli bir toplumsal destek elbetteki rastlantı değildir. Ancak Urfa’da durum farklı. Bu yörede yapılan kamuoyu yoklamasında HEP’e oy vereceğini söyleyen seçmenlerin sayısı % 1’dir. İki yöre arasındaki fark kuşkusuz ki etnik farklılıktan kaynaklanmıyor. Urfa insanı GAP’ı yaşıyor. Yarına umutla bakıyor.
Türk kimliği ile Kürt kimliğini birbirinden ayırmak isteyen “Kürt Milliyetçileri”’nin elinde kala kala tek bir ölçüt kaldı. Dil farkı… Ancak yazar bununda aslında pek mümkün olmadığını vurgulamıştır. Kürtlerin arasında konuşulan Kürtçenin bile çok çeşitlilik gösterdiğini ve hatta bir çoğunun birbirlerini bile anlayamadıklarını söylüyor.
Yazar bundan sonraki kısımda, Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti tarafından 18 Mayıs 1992 tarihinde İstanbul’da düzenlenen açıkoturumda yaptığı “Güney Doğu Sorunu Nedir?” ve “Kültürel ve Siyasal Çözümler Neler Olabilir?” adlı konuşmasına yer vermiştir.
Bölümün sonunda yine bu konu üzerine yaptığı söyleşilere yer vermiştir. Bu söyleşiler;
Bülen Ecevit ile Güneydoğu ile ilgili askeri çözüm üzerine, Kürt varlığı ile ilgili görüşleri, GAP ve PKK nın giderek daha etkili olması üzerine, Prof. Doğru Ergil ile Terörün amacı, Dev-Sol ve TİKKO, Teröre destek veren dış kaynaklar ve PKK’ya karşı köy korucuları üzerine, Fehmi Işıklar ile olağanüstü halin kalkması üzerine, köy korucuları, HEP ile ilgili düşünceleri üzerine, Algan Hacaloğlu ile güneydoğudaki terör üzerine, yeni hükümetle birlikte devletin yöre halkına karşı tutumu , olağanüstü hal konusunda SHP’nin ikiye bölünmesi, GAP projesi ve bir halk ayaklanması beklentisi üzerine, İsmet Sezgin ile körfez savaşının terörün fırlamasındaki yaptığı katkı üzerine, asker ve sivil yöneticiler arasındaki yetki karmaşası, gençlerin terörün kucağına düşmesini kolaylaştıran işsizlik sorunu, Hizbullah ve devlet arasındaki ilişki ve Apo üzerine, Hasan Fehmi Güneş ile Nevruz nedeniyle güneydoğuda yaşanan olaylar,askeri ve sivil yönetimin hataları, Kontrgerilla yada Hizbullah aracılığı ile devlet terörü yapıldığı iddiaları üzerine, Feridun Yazar ile HEP partisinin mecliste grup kurması, APO nun HEP konusundaki düşünceleri, Güneydoğu sorunu için somut çözüm önerileri üzerine, Ercan Karakaş ile Nevruz olayları,güneydoğu sorununun uzun vadeli çözümü için yeni bir yönetim modeli, kürt partisinin kurulması konusunda söyleşi yapmıştır.
KÜLTÜR, SİYASET VE ORDU ÜZERİNE
Son bölümde yazarın güncel olaylardan yola çıkarak yazdığı yazılar bulunuyor. Güncel olaylardan yola çıkan , ama kalıcı nitelikteki bazı yazılar…
Yazarın kültür, siyaset ve ordu üzerine yazdığı yazılardan bazıları:
CHP'nin kapatılması bile TDK ve TTK'nın devletleştirilmesi kadar Atatürk'e saygısızlık oluşturmadı. Çünkü bu iki derneğin devletleştirilmesi, her yurttaşa tanınmış olan miras hakkının esirgenmesi ile Atatürk'ün miras hakkının çiğnenmesiyle gerçekleştirildi. Hukuk çiğnendi.
Öyle dönemler oldu ki, Türkiye'de değişen her iktidarla birlikte devletin dili, kitapları değişti. Devlet tiyatrlarındaki oyunlar değişti. Ama bu yazboz tahtası içinde Türk Dil ve Tarih Kurumları doğrultularını ve etkinliklerini korudular. Çünkü siyasal iktidarlardan bağımsızlardı.Çünkü demokratik bir yapıya sahiptiler.
Yazar iki yazısında aşağılık duygusu başlığı altında Türkçede kullanılan yabancı kelimelere yer vermiştir. Bir çok siyaset adamının, televizyon sunucularının konuşurken bazı Türkçe kelimeler yerine yabancı karşılıklarını kullandıklarını ve bunun aslında bir aşağılık duygusundan kaynaklandığını vurgulamakyadır.
YÖK başkanı Doğramacı’nın yaptığı haksız uygulamalardan bahsetmiştir. Ondan sonra gelen Sağlam'ın da aslında aynı politikayı devam ettirdiğini söylemiştir.
12 Eylül devrimi ile ilgili bir yazıya yer vermiştir ve aslında bunu gerçekleştiren generallerin bazı gerçekleri göremediklerini ve yanlış yaptıklarını yazmıştır.

Atatürkçü Düşüncede Ulusal Eğitim “Dinsel Ve Geleneksel Eğitimden Laik Ve Çağdaş Eğitime”

Gelişmiş toplumlarda bilgi edinme ve bilgiye ulaşmanın iki temel yolu, akıl ve bilimdir. Temeli, inanç ve duygulara değil akla, deney ve gözlem yoluyla üretilen bilimsel bilgilere dayanır. Eleştiri ve özeleştiriye açıktır. Bu nedenle, değişimin gerektirdiği uyuma ve kendini yenilemeye yatkın bir yapıdadır. Modern eğitimin bu yapısı, onun “laik eğitim olma” niteliğini sağlar.
Yapılması gereken şey, Türkiye’de din ile ilgili her türlü düzenleme ve faaliyetlerin kamusal alan dışına çıkartılması, başta anayasa olmak üzere bütün yasal düzenlemelerin bu doğrultuda yapılmasıdır. Çünkü inancın devletten bağımsızlaşması ve özgürleşmesinin başka yolu yoktur. “Temel insan hak ve özgürlüklerine ve devletin temel yasalarına aykırı olmamak koşulu ile her inanç kümesi, kendi din öğretimini kendi örgütleri ve katkısı ile kolaylıkla ve özgürce yaptırabilir. İşte o zaman, Türkiye daha laik ve demokratik bir ülke olur.
Şüphesiz ki dinin, toplumda “yükselen değer” haline dönüşümündeki tek etken geleneksel toplum yapısı değildir. Ancak geniş halk kitlelerinin, giderek siyasal bir hüviyet kazanan din olgusuna destek vermesi, “İslam Devleti” ülküsünü benimsemiş “din eliti” için, amaca giden yoldaki en büyük gücü oluşturmaktadır. Din elitinin amacı, siyasal bir mücadele ile İslami bir devlet sistemi olarak hayata geçirmek ve sosyo-ekonomik yapıyı dine göre yeniden yapılandırmaktır. İslamın siyasal bir din oluşu ve toplumun gelenekçi alt yapısı sebebiyle laikliğin tam olarak benimsetilememesinin yanı sıra, bazı İslam ülkelerinin tek laik Müslüman ülke olan Türkiye’de laik Cumhuriyetin çökertilmesi yolundaki gizli müdahaleleri ve devrim ihracı modelleri de dinin siyaset yolu ile egemen olması çabalarına hız katmaktadır. Böylece din, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecini yaşamakta olan ülkemizde, yeniden canlandırılarak sosyal yaşama damgasını vurmaya hazırlanmaktadır. Dinin bu hızlı yükselişinde, halkın dindar yapısını kullanarak oy toplamayı amaçlayan siyasetçilerin de büyük payı olduğu inkar edilemez. Dinin sosyal hayatın gündeminde ilk sıralara yükselmesinde de halkın dini duygularını siyasi istismar konusu yapan oy avcılarının rolü büyük olmuştur. Bu istismar, sonunda oy avcılarına bindikleri dalı kestirmiş ise de, din, Türkiye’de siyasal gündemin bir numaralı maddesi haline gelmiş, eğitimde de alternatif öğretim modelleri üreterek, Atatürk Milliyetçiliği ilkesi ile çelişen uygulamaların yaygınlık kazanmasına zemin hazırlamıştır.
Yukarıda, Prof. Dr. Halil Çivinin “Devlet, Laik Eğitim ve Din” başlıklı makalesinden, Prof. Dr. Nuri Serter’in “21. Yüzyıla Doğru İnsan Merkezli Eğitim” adlı kitabından bazı çıkarmalar ve eklemeler ile yapılan özet değerlendirme, gerçek anlamda “laik, demokrat ve çağdaş” bir siyasal ve toplumsal yapıya sahip devletler için “ideal”dir. Türkiye’nin yönetim şekli laikliktir. Toplum yapısı ise 75 yıllık gelişmeye rağmen hala gelenekselliğin ve dinselliğin etkisi altındadır. Bu nedenle hala, siyasal ve toplumsal bir sorun olarak karşısında duran “devlet, laik eğitim ve din” sorununu çözüme kavuşturamamaktadır. Sorunun çözümü, eğitimi ulusallaştıran, çağdaşlaştıran, laik ve demokratik bir çizgiye oturtan 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulanmasındadır.
Türkiye, bu kanunu ve bu kanunu temel yapan diğer eğitim yasalarını ödünsüz uyguladığı taktirde “laik, demokratik ve çağdaş eğitim” idealine ulaşabilir. Bu hedefe ulaşmayı kolaylaştıracak önerileri, Atatürkçü Düşüncede Eğitim ve Öğretim ilkeleri aşağıda, şu şekilde özetlemek mümkündür:
Sekiz Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim ödünsüz uygulanmalı, bu eğitime uygun diğer yasal düzenlemeler Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun amacına ve içeriğine uygun olmalıdır.
Sekiz Yıllık Temel Eğitim, hayata hazırlayıcı ve yönlendirici olmalıdır.
Eğitim, bireyler arasında fırsat eşitliği ve bölgeler arasında sosyal adalet ilkelerine uygun olarak yaygınlaştırılmalıdır.
Bugün Türkiye’de 10 milyon yetişkin okuma-yazma bilmiyor. Her 4 kadından birinin okur-yazar olmadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bölge nüfusunun %55’i, Doğu Anadolu’da ise %42’si kendi adını bile yazamıyor. Birleşmiş Milletler Ulusların Gelişmesi Raporu’na göre 8 yıllık kesintisiz eğitime geçen ülkemiz, okula başlama yaşı geldiği halde okula gönderilmeyen kız çocuklarının oranı %29 ile İran, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir’den daha geri durumda yer alıyor. Türkiye’deki %29’luk okula gönderilmeyen kız çocuğu oranı, 2000’li okumaz-yazmaz kadın nüfusunu oluşturacak. Türkiye’de 6 yaşın üzerindeki nüfusun okuma-yazma oranı %80’i buluyor. Ancak okuma-yazma bilenlerin %57’sinin ilkokul mezunu olması, %20’sinin de ilkokul mezunu bile olmaması düşündürücüdür.
Eğitim demokrasiye, kalkınmaya, bilimsellik ve teknolojik gelişmeye yapısal uyum sağlamalıdır.
Ortaöğretim kapsamındaki meslek eğitimi özendirilmeli, “Meslek-Eğitim” belge bağlantısı gerçekleştirilmeli, bu bağlantıyı kuracak “Sanayi-Eğitim“ işbirliği kurumlaştırılmalıdır.
Yükseköğretimde kişilerin istekleri ve yetenekleri ilk planda gözetilmeli, programlar ve okullaşmalar bu iki unsura ve ülkenin ihtiyaçlarına göre yapılmalıdır.
Eğitimi, her kademesi için, siyasi bir propaganda aracı olmaktan çıkararak, yükseköğretimdeki okullaşma oranını batı toplumlarının düzeyine çıkarmak gerekir.
Türkiye’de, 1961’de %3,1 olan okullaşma oranı, bu yıldan sonra harcanan çaba sonucunda, 1991’de, açık öğretim de dahil olmak üzere %15,3’e yükselmiştir. Açık öğretim dışındaki oran ise yalnızca %9,6 dır.
Yüksekokullardaki okullaşma oranları ABD’de %59.6, Güney Kore’de %37,7, Yunanistan’da %27 olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin yükseköğretimde kapasite artırımına gitmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Şu husus göz ardı edilmemelidir; yükseköğretim fonksiyonu sadece diploma vermekten ibaret değildir. Bilimsel düşüncenin dahi tam olarak benimsetilemediği, bilimi geriden izlemekte olan, hatta mesleki bir altyapı kazandırmakta dahi çoğu halde yetersiz kalan bir yükseköğretim anlayışı ile çağdaş dünyaya adım atmak ve bilimden söz etmek mümkün değildir.
İmam-Hatip Lisesi” adı “İmam-Hatip Okulu” olarak değiştirilmeli ve eğitim programları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesinin öngördüğü şekilde, yalnızca halka din hizmetleri götürecek İmam-Hatip yetiştirmeye yönelik olarak yeniden hazırlanmalıdır.
Bu okulların sayısı, ülkenin İmam-Hatip ihtiyacını karşılayacak şekilde zaman içinde azaltılmalıdır.
Bu okul, mezunlarının yine Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun öngördüğü gibi İlahiyat Fakültelerinden başka diğer okul ve fakültelere girişine izin verilmemelidir.
Okul, öğrencilere bütün dinler ve inançlar hakkında bilgi vermeli, ancak onları belli bir inanca yönlendirmemelidir. Bu nedenle okullarda verilen “din kültürü ve ahlak öğrenimi” içeriğine uygun sosyal nitelikli bir ders olarak işlenmeli bu ders sosyoloji eğitimi almış öğretmenler tarafından verilmelidir.
Okul dışı din eğitimi ve öğretimi temel insan hak ve özgürlüklerine ve devletin temel yasalarına aykırı olmamak koşulu ile devletin sıkı denetimi altında yapılmalı ve bu eğitim için kesin olarak sekiz yıllık temel eğitimi bitirme koşulu aranmalıdır.
Bugün ülkemizde, temiz inançlı yoksul halkımızın çocuklarını şeriat devleti için yetiştirilen 4500 vakıf, Nurcuların 1500, Süleymancıların 800 yurdu, özel dershane ve kuruluşlar, pansiyonlar, evler, 5854 gerici eğitim kurumu sıcak ilgiler, siyasal gülücüklerle izlenmektedir. Ayrıca 124 radyo, 41 televizyon, 5200 yerel gazete, dergi, yayınevi de şeriatçıların destekçisidir.
Eğitimciler, sekiz yıllık eğitime geçişle birlikte başlayan acil sorunların çözülemediğini belirterek, ders programları ve kitapların yenilenmediğini, öğretmen açıklarının kapatılamadığını, yönlendirmeye ilişkin rehberlik hizmetlerinin organize edilemediğini ve temel eğitimden çeşitli nedenlerle yararlanamayan çocukların sayısının azaltılamadığını dile getirmektedir.
Umulur ki, Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitim girişimi, aradan bir yıl geçmesine rağmen siyasilerin politik amaçlı beklentileri yüzünden henüz istenilen düzeyde oluşturamadığı altyapısını tamamlar, konunun içeriğini gerçek anlamda laik eğitim ilkesine göre doldurur da, Cumhuriyetimizin kurulduğundan bu yana, hükümetlerin sosyal ve kültürel tercihlerine göre yönlendirilen eğitimimiz çağdaş niteliklere kavuşur, düşünce ufku geniş, çok yönlü bilgilenmiş ve eğitilmiş birey ve yurttaşların gelişmesine olanak verir.
Ancak, gelişmiş ülkelerde kişi başına eğitim yatırımının 1000 dolar olduğu günümüzde, ülkemiz için layık görülen 50-100 dolarla bu mümkün olur mu bilinmez.

Atatürk Olmak

Bugünün dünyasında gelişmeler ve yeni fikirler birbirinin ardına hızla ortaya çıkmaktadır. Toplumlar bu yenilikleri ve fikirleri tartışmaktadır. Sorunlarına bu fikirlerle çözüm bulmak yeni sistemler ve doktrinler elde etmeye çalışmaktadırlar. Biz Türk Toplumu olarak bu noktada çok sağlıklı bir doktrini ve metodolojiyi elimizde bulundurduğumuzu unutmamalıyız.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında bu doktrin ve metodoloji ile sağlıklı bir sosyal ve ekonomik yapı oluşturabildi ve toplumun sorunlarına pare bulabildiyse, bundan sonrası içinde bu doktrin ve metodoloji kullanabilir. Ama öncelikle bu doktrin ve metodolojiyi iyi kavramak gerek. Onun içindir ki bu kitapta bu doktrin ve metodolojinin doğuşunu Cumhuriyet öncesinden atarak daha da kavranmasını ve değerlendirilmesini amaçladık.
Belki bugün ki çaresizliğimizin nedeni;Atatürk doktrinini iyi anlayamamak ve metodolojisinin uzağına düşmemizdir.
Atatürk, Kurtuluş savaşı sonrasında çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmak ve Türk Halkının yapısına uygun bir rejimi ve düzeni hayata geçirmek için, şüphesiz o dönem dünyadaki olayları, fikirleri analiz ettikten sonra, özellikle devlet ve millet arasındaki etkileşimi göz önüne alarak, millet egemenliğine dayalı bir anlayışı benimsemiştir. Yani geçmişin toplumu devletin emrine verme tefekkürünü değil, devleti toplumun emrine veren Cumhuriyet rejimini geçirmiştir.
Bunun sonrasında ise Cumhuriyeti, devrimleri ve ilkleri ite desteklemiştir;Tevhid-i Tedrisat, Medeni Kanun, Kılık-Kıyafet Devrimi, Laiklik, Harf Devrimi, Dil ve Tarih Devrimleri, sosyal ve politik alanda kadın erkek eşitliği, sanat ve bilime verdiği önemle Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin hızla gelişmesini ve ilerlemesini sağlamıştır.
Bugün ipinde bulunduğumuz sosyo politik ve de ekonomik sorunların güzümüzde, Atatürk'ün Cumhuriyetin ilk yıllarında yaptığı tüm olayları bir bütünlük içerisinde kavrayabilmemiz çok önemlidir. Atatürk'ün başarısında ki kaynaklara baktığımızda bunlardan birinin gerçeklilik diğerinin ise matematik, hesap olduğunu görmekteyiz. Kurtuluş Savaşımızın zaferle sonuçlanmasını nasıl böyle bir hesaba borçlu isek devrimlerimizin başarısını da iyi değerlendirmeye olduğu kadar bu hesaba borçluyuz. Onun içindir ki bu noktada yukarıda bahsettiğimiz bütünlük kavramının önemi daha artmaktadır.
Atatürk sistemci bir yapıya ve felsefe anlayışına sahip değildi. O, “Benim prensibim her olayı kendi kanunları içinde incelemektir. Ama bunu yaparken hiçbir zaman insanı ve evreni gözden kaçırmayacaksın Gözden kaçırdın mı muharebeyi belki kazanırsın ama, harbi kaybedersin.” der.
Teferruatta bütünü, bütünde teferruatı gören bu düşünce bilimi Atatürk Metodolojisidir. Bu metodolojiyi ne kadar kavrayabiliyor ve uygulayabiliyorsak o kadar ATATÜRK oluruz.
Metodolojinin hareket noktalarına gelince şunu düşünmeliyiz; Bir bıçak, bir katilin elinde bir cinayet aleti, bir operatörün elinde ise hayat kurtaran bir alettir. Bir metot, kutlanan insanın amacına göre başka başka sonuçlar verebilir. Atatürk; “insan ve evreni hiçbir zaman gözden kaçırmam”, derken; Bir olayın kendi kanunları içinde incelenebilmesi için sağlıklı bir değer taşıması, doğru olması gerektiğini söyler. İnceleyeceğimiz bu fikrin , bu olayın tabiat kanunları ile çatışmamış olması, ona değer vermemiz için yetmez, birde insan hayrına olup olmadığına bakmalıyız. Her ikisi için olumlu sonuç veriyorsa, bu fikrin veya olayın üstünde çalışabiliriz.
Atatürk Metodolojisi de bu olumlu (buna faydada diyebiliriz) noktadan başlar. Yani; Tabiat kanunlarına aykırı düşmeyen insanın hayrına, yararına olan bütün fikir ve olaylar üstünde Atatürk Metodu ile (yani bilim, deney ve akil çizgileri içinde) düşünmek ATATÜRKÇÜLÜKTÜR,
Atatürk'ün meşrutiyetçi bir yapıda olduğu, insana bakış açısından ortaya çıkmaktadır. Bir şey insanın hayranı ise o şey meşrudur. Buradan da topluma ulaşarak toplumun yararına olan şey meşrudur. Yani vicdana ve kanunlara uygundur.
Atatürk'ün meclis çalışmaları sırasında karşılaştığı birçok olayda verdiği tepkiyle ve yaptırdığı uygulamalara bakarsak (serbest parti denemesi, hilafet teklif edenleri terslemesi, muhalefete karşı tutumu) meşruluğu hakkında daha iyi bir fikir elde edebiliriz.
Atatürk hayatında iki devlet reçetesi yazmıştır. Bunlardan ilkinde; Osmanlı İmparatorluğu'nu batmaktan kurtarmaya çalışmış, ikincisi ise genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ya şaması ve yükselmesi için düşünüp düzenlenmiştir.
Bu reçetelerden ilkinin ne kadar geçerli olduğunu anlayabilmek için 1909 sonrası gelişmeleri incelemek yeterlidir. Atatürk'ün o dönem teklif ettiği sosyal ve yapısal değişikler uygulansa sonuç çok daha farklı olabilirdi. Kaybedilen Balkan ve 1. Dünya Savaşları bile Atatürk Metodolojisi'nin nasıl bir düşünce biçimi olduğunu tek başına ispatlar.
İkinci reçetenin kaleme alınması Mondros Ateşkesinden sonra başlanmıştır çünkü, bu ateşkesle görülmüştür ki Osmanlı hükümeti artık kendi iktidarından başka hiçbir şey düşünmemekte ve Anadolu elden gitmektedir. Millet kendi hakkını kendi korumak zorundadır. Atatürk reçeteye ilk Ulusal Ant'la başlamıştır. imparatorluk mu, Anayurt mu sorusunun karşılığıdır. İmparatorluğun reddi ve devleti, milletin tabanına oturtmak kararıdır.
Bu karar doğrultusunda olayları tarih süzgeci içerisinde Atatürk Metodolojisiyle değerlendirmeye başladığımızda, işe ilk olarak mevcut yapı, Osmanlı devlet yapısı ile başlamalıyız.
Tarih deki büyük imparatorluklara baktığımızda hepsinin yönetim ve güç üstünlüğüne sahip olduğunu görüyoruz. Bunların zaman içerisinde bu üstünlüklerini kaybettikleri ve taht kavgalarının da işin içine girmesiyle parçalanmış ve tarihten silinmiştir. Buradan da görülüyor ki; imparatorluk tabanlarının hiçbir çeşidi sağlam ve sürekli değildir.
Öyleyse yapılması gereken sürekli bir devlet tabanı aramaktır. Tarihte imparatorlukların yıkıldıklarını görüyoruz ancak milletlerin silindiğine pek rastlamıyoruz. Örneğin; Türk Milleti tarihte her zaman bir devlet ve bayrağa sahip olmuştur. Fakat süreklilik sağlanamamıştır. Onun içindir ki Anadolu yarım adasının gerçek sahibi olan Türklerin, ulusal sınırlar içinde yeni bir devlet kurmaktan başka çareleri yoktur.
Atatürk bu düşüncelerden yola çıkarak Cumhuriyet rejimini Türk Milletine en uygun rejim olarak görmüştür. Cumhuriyet fikrinin temeli olan seçimle iktidar olmak yöntemi gerek Türk soyunun geleneklerinden ve gerekse İslam dininin esaslarından kaynaklandığı için Türk milletine yabancı değildi. Türk Milleti Orta Asya'da çok uzun zaman hoşgörülü ve meşru bir şekilde yönetildi.
İmparatorluk tefekküründen, milli devlet tefekkürüne geçerken önemli değişiklikler yapılması gerekecekti. Ancak bu değişikliklerin toplumun temel yapısına aykırı düşmemesi gerekiyordu. Aykırı düştüğü takdirde toplum bu değişikleri sindiremez karmaşa ve kaos ortamı baş gösterirdi. Bu yüzdendir ki, her toplumun kendine ait bir anayasa modeli vardır.
Yeni oluşturulacak devlet, imparatorluk tabanına değil, millet tabanına basacağına göre çare, bürokratları politikanın dışına çıkarmaktır. Başka bir deyişle imparatorluk düzeninde devlet ortağı olan asker ve sivil aydın kadrosunu ortaklıktan çıkartmak ve devletin buyruğuna almaktır.
Fakat iki dereceli seçim sistemiyle, aydın ve askerler halkın gözdesi olduğu için ikinci seçici olarak meclise girmeleri sağlanmıştır. Böyle yapmakla devlet ortaklarının tasviyesini meşru bir tabana oturtmuştur. Cumhuriyet rejimi bir imparatorluk rejimi olamayacağı için de, saltanatın ortadan kaldırılması gerekli idi.
Cumhuriyet ile birlikte batı tipi yönetime geçiliyordu. Ancak batı ve Türk toplumunun yapısı farklı idi. Batı da sınıfa dayalı bir yapı vardı. Türk toplumu ise sınıflı bir toplum değildi. Batı da egemenliğin başka sınıflara kaymaması için bunu garanti eden müesseseler kurulmuştur. Atatürk kopyacı bir zihniyetin tersine Güçlü Devlet düşüncesinden hareket ederek;
1. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu,
2. Seçim sisteminin çoğunluk esasına dayalı olacağına,
3. Millete ait olan egemenliğin sadece ve sadece milletin seçeceği B.M. tarafından
kullanılacağını değişmez kurallar olarak belirlemiştir.
Bu maddeler Cumhuriyet Anayasalarının da temelini oluşturmuştur Atatürk tüm şartları oluşturduktan ve Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra topluma dönük devrimler yapmıştır. Bu devrimleri yaparken amaç Genç Türkiye Cumhuriyetinin en hızlı şekilde ilerlemesini sağlamak ve halkın rejime, gelişen dünyaya daha çabuk adapte olabilmesi için çok önemlidir. Öğretim Birliği, Medeni Kanun, Harf Devrimi, Kılık-Kıyafet ve Şapka Devrimi bunların en önemlilerindendir. Amaç çağdaş bir görünüme ve çağdaş bir düşünce yapısına sahip olmak.
Cumhuriyetle başlayan batılılaşma sürecinde de amaç batı toplumlarından biri olmak yada toplumumuzun batı potasında eritmek değildir. Amaç batı toplunun fikir dinamizmine erişmekti. Akla dayalı eğitim, batıyı nasıl bugünkü çizgisine getirmiş ise, Türk Toplumunu da bu çizgiye getirecek ve kendi değerlerine dayanarak özünü kaybetmeden batıyı aşan bir toplum haline getirecektir.
Atatürk, bunun için dil ve tarih bilincinin oluşması, millet tabanına dönerken dilini, tarihini ve folklorunu Türk Toplumu kendi öz köküne oturmak zorundaydı. Atatürk, Türk Milletine bunları vermek için toplumun temel devrimlerine girişmiştir.
Atatürk, tüm bu devrimleri yaparken asla bir sistem peşinde değil, Türk Milletinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını sağlamak amacındaydı. Onün için Atatürk devrimlerine bir sistem değil, doktrin olarak değerlendirebiliriz, ve bu doktrinin baskın farkı, hem batı ekonomik görüşünü kabul etmesi, hem de batı ekonomisinin doğal sonucu olan emperyalizme karşı oluşudur.
Bu gün Türkiye Cumhuriyetine baktığımız zaman çok yol kat ettiğimizi görürüz. Bu yol almalar sırasında bir çok olay ve sorun ortaya çıkmış, toplum düzenini ve yapısını bozmuştur. Bu bozulmanın nedenleri dünyadaki çeşitli gelişmeler ve bizim kendi içimizde yaptığımız yanlışlardır.
Atatürk, yaptığı devrimlerle genç ve savaştan yeni çıkmış olan bir ulusun çok kısa bir zamanda çok yol kaydetmesini sağlamıştır. Ancak Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ivme zamanla aşağı doğru düşmüştür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sosyal yapı ve politikada meydana gelen aksaklıklar bu ivmenin düşüşünde etkili olmuştur.
Ancak bugünkü durumu değerlendirdiğimizde gördüğümüz manzaranın bizi olumsuz bir havaya itmesine izin vermemeliyiz. Atatürk, devrimlerle bizi batlı toplumlar seviyesine çıkarmayı amaçlamıştır. Batının fikir dinamizmini kavrayıp, kendi değerlerimizi yaratmamızı istemiştir Ancak bunu yaparken asla ve asla egemenlik haklarımızdan, yani çağdaşlaşma ve ilerleme adına egemenliğimizi tehlikeye sokmamamız gerektiğini de belirtmiştir.
Onun içindir ki Atatürk'ü anlamak, onun ilke ve devrimlerini ezbere bilmenin ötesinde, tarih süzgecinden geçirerek, bütünlük içerisinde değerlendirmelerle, onun ilke ve devrimlerini, gelişen ve değişen dünyaya, teknolojiye ve bilgiye dayanarak yeniden yorumlamak, sorunlara çare bulmaktır. Çünkü Atatürk Metodolojisi; bir sisteme dayanmadan, akıl, gözlem ve deney yoluyla, olayları kendi kanunları içinde, insan ve tabiatı göz ardı etmeden değerlendiren, duygusallıktan uzak, gerçekçi bir metodolojidir.
Cumhuriyetin, en sancılı yıllarında işe yaramış olan bu metot pekala doğru kavrandığı ve yorumlandığı takdirde bugün için de sorunlarımıza çözümler üretebilir.
A. KİTABIN ANA FİKRİ :
Atatürk olmak demek; onu ezberlemek ve bir tabu haline getirmenin ötesinde; Onun fikir ve düşünce dünyasını iyi analiz edip, günün koşullarına göre ilke ve devrimleri yorumlamak, en iyi şekilde uygulamaktır.
B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Atatürkçü Düşüncenin günümüz toplumlarının sorunlarının çözümünde de kullanılabileceğini ortaya koyuyor.
C. GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Bu kitap çağdaş ve demokratik bir toplum olma yolunda Atatürk doktrini ve metodolojisinin daha iyi kavranabilmesi ve benimsenmesi için her insanın okuması gereken bir eserdir.

Atatürk ve Olaylar

Atatürk ve olaylar isimli kitap üç bölümden meydana gelmiştir. Yazar; kitabın birinci bölümünde ülkenin durumu ile Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki faaliyetleri değişik kaynaklardan alıntılar yapılarak kronolojik sıra gözetilmeksizin aktarılmaktadır.
İkinci bölümde ise ATATÜRK’ün doğumunun 100 ‘ncü yılında Türk Hava Kurumu tarafından çıkarılan “Vatan Sana Minnettardır.” isimli eserinden ATATÜRK’e ait anılar ile değişik yazarların yazılarından derlenen olaylar toplanmıştır.
Üçüncü Bölümde ise Mustafa Kemal’in yaşamındaki önemli tarihler kronolojik sıraya göre yazılmıştır.
Atatürk ve Olaylar isimli kitapta yazar değişik kaynaklardan derlediği bilgileri kısa kısa anekdotlarla aktarmıştır. Atatürk’ün yaşamından kesitlerin bilinmesi açısından yararlı bilgileri içeren kitap; orta öğrenim düzeyindeki gençlere yönelik olarak hazırlanmıştır.

ATATÜRK’ün Liderlik Sırları

1. ÖNSÖZ :
Bu bölümde kitabın hazırlanış maksadı ve özellikle Atatürk hakkında neden bir liderlik kitabı yazıldığından bahsedilmektedir.
2. YÖNETİCİLİK VE LİDERLİK ÖZELLİKLERİ :
Açık Olma, Adam Yetiştirme, Bilgi ve Tecrübe Sahibi Olma, Bilgi Toplama Yeteneği, Bilgilendirme Alışkanlığı, Kendini Bilme, Cesur Olma, Çevre Bilincine Sahip Olma, Dayanıklı Olma, Karşısındakini Dinleme Alışkanlığı, Soyut Düşünebilme Yeteneği, Emrivakiye İzin Vermeme, Esnek Olabilme, Espri Sahibi Olma, Fedakar Olma, Gerçekçi Olma, Göreve Talip Olma, GüvenilirOlma, Kendine Güvenme, Hazırlıklı Ilma, Hedefe Yönelik Kararlı Olma, Hesap Adamı Olma, İkna Etme Yeteneği, İnsiyatif Kullanma, İnsan Sarrafı Olma, İnsana Değer Verme, Yaptığı İşe İnanma, Kamuoyu Oluşturma Yeteneği, Çabuk Karar Verebilme Yeteneği, Karar Verme Yeteneği, Konuşma ve Yazma Yeteneği, Liyakat Aşığı Olma, Mükemmeliyetçi Olma, Müsamahalı Olma, Müteşebbis Olma, Mütevazi Olma, Öğrenme Azmine Sahip Olma, Öncü Olma, Örgütleme Yeteneği, Prensip Sahibi Olma, Problem Çözücü Olma, Programlı Olma, Sıradışı Olma, Sorumluluk Alma Alışkanlığı, Strateji Bilincine Sahip Olma, Olacakları Tahmin Edebilme, Vizyon Sahibi Olma, Yönetme Yeteneği, Zaman Mevhumuna Sahip Olma, Zamanlama Yeteneğinden oluşan 50 maddelik liderlik özelliklerinin liste halinde sıralanması.
3. SEÇİLMİŞ SÖZLER, ANEKDOTLAR VE PRENSİPLER :
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün liderlik özelliklerinin yukarıdaki maddeler ışığında incelenmesi ve bu özelliklerin Mustafa Kemal Atatürk Dedi ki, Tanıklar mustafa Kemal Atatürk'ü Anlattılar ve Mustafa Kemal Atatürk'ten Alınacak Dersler altbaşlıkları altında değerlendirilmesi ve açıklanması.
4. KENDİNİZİ TEST EDİN :
Bu bölümde okuyucunun kendini değerlendirebileceği 50 adet soru mevcuttur.

Atatük’ün Liderlik Sırları

Son yıllarda Türkiye ve dünyada yöneticilik konusunda çok farklı tezler, kitaplar, uygulamalar ve teknikler ortaya çıkmıştır. Bu teknikler ve incelenen kitaplar genel olarak bakıldığında yönetici konumundaki kişilere bir yöntem anlatabilmektedir. Fakat bu kitaplar genellikle iş dünyasındaki karmaşaları yok etmeye veya dış ülkelerin ekonomik, sosyal, kültürel vs. anlayışlarına göre yazılmıştır. Örneğin iş dünyası savaşlarında Philip Morris’in Marlboro sigarasının, R.J.Reynolds’u nasıl alt ettiği gibi. Her ülkenin örfü adeti, karakteristiği, yaşama tarzları, daha geliştirirsek devlet yapılarında dahi büyük farklılıklar olduğu için bence ülkemiz yöneticilerine hitap edebilecek, bizi anlayan, bizi anlatan bir yöneticilik kitabından, yeni yöneticiler yetiştirirken faydalanmak daha geçerli olduğunu düşünüyorum.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Liderlik sırları adlı kitapta ise yok denecek kadar az sayıda olan bu kitapların bence en iyilerindendir. Çünkü kitap özetinde sadece Türk insanının bu toprakları tırnaklarıyla nasıl sökerek aldığını değil Büyük Atatürk’ün devleti kuruncaya kadar yaşadığı canlı olayların her birinde gösterdiği tutum ve davranışlar, Liderlik Sırları da anlatılmaktadır.
Çok az sayıda bir Türk Önderi için yazılmış bir kitap vardır. Bunlardan Wees Roberts’ in “Atilla’nın Liderlik Sırları” adlı kitabını okudum. Hem çok üzüldüm, hem çok sevindim. Bir Türk Hünkarı’nı bir Amerikalının anlatması elem verici ama Onu örnek seçmesi gurur vericiydi. Bundan dolayı bu kitap çok zengin tarihimizden esinlenerek Yüce Atamızın yöneticilik ilkelerini bir Türk’ün kaleminden duygu ve düşüncelerinden almak en doğru olanı olmalıdır. Kitabı yazan incelerken bir yöneticide bulunması gereken 50 adet ana özellikten tek tek bahsetmiş ve bununla ilgili canlı örnekleri sadece Atatürk’ten vermiştir. Seçilen örnekler ve anekdotlar yazarın okuduğu 100 ayrı kitaptan derlemedir. Kitap okunurken çok değişik, çok çarpıcı, çok etkileyici örnekleri bir anda okunduğunda hayret verdiren olaylarla karşı karşıya gelmek sizleri sıkmayacaktır umuyorum.
Yazar kitabında 50 adet ana bölüme yer vermiştir.
Bunlar;
1. Açık Olma
2. Adam Yetiştirme
3. Bilgi ve Tecrübe Sahibi Olma
4. Bilgi Toplama Yeteneği
5. Bilgilendirme Alışkanlığı
6. Kendini Bilme
7. Cesur Olma
8. Çevre Bilincine Sahip Olma
9. Dayanıklı Olma
10. Karşısındakini Dinleme Alışkanlığı
11. Soyut Düşünebilme Yeteneği
12. Emrivakiye İzin Vermeme
13. Esnek Olabilme14. Espri Sahibi olma
15. Fedakar Olma
16. Gerçekçi Olma
17. Göreve Talip Olma
18. Güvenilir Olma
19. Kendine Güvenme
20. Hazırlıklı Olma
21. Hedefe Yönelik Kararlı Olma
22. Hesap Adamı Olma
23. İkna Etme Yeteneği
24. İnisiyatif Kullanma
25. İnsan Sarrafı Olma
26. İnsana Değer Verme
27. Yaptığı İşe İnanma
28. Kamuoyu Oluşturma Yeteneği
29. Çabuk Karar Verme Yeteneği
30. Konuşma ve Yazım
31. Konuşma ve Yazım Yeteneği
32 . Liyakat Aşığı Olma
33. Mükemmeliyetçi Olma
34. Müsamahalı Olma
35. Müteşebbis Olma
36. Mütevazı Olma
37. Öğrenme Azmine Sahip Olma
38. Öncü Olma
39. Örgütleme Yeteneği
40. Prensip Sahibi Olma
41. Problem Çözücü Olma
42. Programlı Olma
43. Sıradışı Olma
44. Sorumluluk Alma Alışkanlığı
45. Strateji Bilincine Sahip Olma
46. Olacakları Tahmin Edebilme
47. Vizyon Sahibi Olma
48. Yönetme Yeteneği
49. Zaman Mevhumuna Sahip Olma
50. Zamanlama Yeteneği
SONUÇ :
A. KİTABIN ANAFİKRİ :
Liderlik, bir özellikte çok iyi olmak değil, tüm özelliklerin toplamında çok iyi olmak ve karizmasıyla bu özellikleri kendine özgü bir şekilde bütünleştirmektir. Falih Rıfkı ATAY bunu aşağıdaki şekilde dile getirmektedir:
"Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal’in yaptığını yapabilecek cesarette demiyorum, belki ondan daha gözü pekleri vardı; azminde demiyorum, belki onun kadar azimlileri vardı; bilgili de demiyorum, şüphesiz ondan daha bilgili olanları vardı; fakat kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi görmedim."
Bunlardan parça parça faydalanmak bizim görevimizdir.
B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
”Sağ veya sol gibi aşırı uçlara mı hizmet ediyor “,”Başka bir devlet sempatizanı mı yapıyor?” v.s...korkuları olmadan Türk insanının örnek alması gereken tek Lider Atatürk’le ilgili olması, yakın tarihimizi kapsaması en iyi özelliğidir.
C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER:
Kitapta “Komutan Atatürk” vasıflarıyla da ilgili özellikler ve anekdotlar çok fazla sayıda olması dolayısıyla kitap T.S.K personeline daha çok hitap etmektedir. Bunun için Sb./Astsb. Uzm.Erbaş seviyesinde Konferans veya Seminerlerde detaylı olarak incelenmelidir.